Bence insanların
düşünce sistemi kalın çizgilerle ayık ve ayık olmadığı dönem olarak ikiye
ayrılmalıdır. Arkadaşlarımın söylediğine bakılırsa ayıkken dünyanın en
mantıklı, en tatlı ve en masum insanı iken, alkollü olduğumda bir o kadar kavgacı,
huysuz ve sevimsiz oluyormuşum. Alkol kısa süreliğine de olsa dış dünyayla olan
bağlantımı kesiyor, parmaklarımın ucunda gerçeklik duvarının ötesindeki hayata
bakabilmeme olanak sağlıyordu. Alkolik değildim. Evde tek başıma kaldığımda
içmez, sadece Cumartesi akşamları arkadaşlarımla birlikteyken birkaç kadeh
içerdim. Sırf bu yüzden içtiğim bir iki kadeh içki beni hemen çarpar,
çakırkeyif olmamı sağlardı. O gece Özgün ile görüştükten sonra Senem’in yanına
gitmiş ve birlikte bir şişe kırmızı şarabın sonunu görmüştük. Kafam bir
tarafında sarhoşluğun bir tarafında ayıklığın bulunduğu sınır hattı üzerinde
gidip geliyordu. Eve geldikten sonra üstümü çıkarıp duşa girdim. Duşa kabine
girdikten sonra musluğu çevirdim ve sıcak su ile soğuk su arasındaki ince
çizgiyi bulana kadar hem yandım hem de üşüdüm. Su saçlarımın arasından kayıp
omuzlarımdan aşağı doğru aktı. Omzumdan aşağıya düşen su damlalarına baktım. Duşta,
vücudu binlerce su damlasıyla kaplı haldeyken daha iyi düşünebilen
insanlardandım. Gün içerisinde aklıma gelmeyen kızgınlıklar, pişmanlıklar,
mutluluklar ve hüzünler bir araya gelip su damlalarının suretinde zihnime
doluyordu. Her bir su damlasının tenimin üzerinden akıp gitmesini izlediğim
süre içerisinde hem yaşanmamış pişmanlıkları yaşıyor, hem sevinilmemiş
zaferleri kutluyordum. Bir su damlası olabilmeyi isterdim. Bir su damlası gibi
aynı anda hem gökte hem yerde olabilmeyi, aynı anda binlerce parçaya ayrılırken
tekrar bir bütün olabilmeyi… Benim gibi insanların günah çıkarma odasıdır duşlar.
Su akıp gittikçe hem bedenden hem ruhtan yaşanmışlıkların izlerini siler. Yıkanmak
belki de kişinin kendine arınması işleminin adıdır. İlginç bir gün olmuştu.
Düşünmem gereken o kadar çok şey vardı ki. Hayatın beni artık daha fazla şaşırtamayacağı
yaşa geldiğimi düşünürken bu olan bitenler düşüncelerimi allak bullak etmişti.
Binlerce insan, binlerce yüz görmüştüm. Hayatın ve zamanın tükettikçe ileriye
doğru aktığını düşünmüştüm. Aslında zaman fiziksel olarak sadece ileriye
akarken, insanın zihninde ileriye doğru atılan her bir adımı geriye doğru
atılan iki ardışık adım takip ediyordu. Duştan çıktıktan sonra sol omuzumun
altında, kürek kemiğimin arkasındaki dövmemin üzerini nemlendirici ile okşadım.
Parmaklarım Sanskritçe yazılmış dövmenin derimin üzerinde oluşturduğu izleri
takip etti. Bornozu üzerime geçirip banyodan çıktım ve direk mutfağa doğru
yöneldim. Dünden kalan çaydanlığın içini boşaltıp suyla çalkaladıktan sonra
içerisine iki kaşık çay attım, kısık ateşte demlemeye bıraktım. Çayın kokusunu
seviyordum. Akşamlarımı daha huzurlu kılıyordu. Çocukluğumu ve ailemle yaşadığım
zamanları hatırlatıyordu bana. Babam emekli olmadan önce Sakarya caddesinde, Ankara’nın
bilinen mekânlarının birinde şef garson olarak çalışırdı. Babamdan önce aynı
mekânda dedem baş aşçı olarak çalışıyormuş. Küçükken dedem bana “Eskiden benim
çalıştığım restoranda tatlımı yiyip de yüzü gülmeyen müşteriden para almazdık.”
diye anlatırdı. Babam eve ben uykuya
daldıktan sonra gelirdi. Babam ile aramda kimseye sır olarak bile
anlatamayacağım kadar özel bir ilişki vardı. Biraz çay, biraz tütün, biraz da
elma kokan bir ilişki. Saat kaç olursa olsun babamla çay içip sohbet etmeden
asla uyumazdım. Babam çokça dinler, az ve öz konuşurdu. Bilge bir insandı. Her
zaman gizli kutusunun içinde benim için anlatılacak bir şeyleri olurdu. Bazen
bir anı, bazen gün içerisinde yaşanan ufak bir olay... Hepsi benim için o kadar
değerliydi ki, babamla içtiğim çayları hep yavaş içerdim bu yüzden. Çay
bittiğinde sohbetin de biteceğini düşünürdüm.
Çayı demlenmeye bıraktıktan sonra odaya
girdim. Bornozu çıkarmadan yatağa uzandım, bir süre öylece durarak tavanı
izledim. Daha sonra gardırobu açtım, üzerime beyaz bir bluz, altına ise beyaz
şeritli yeşil bir eşofman giydim. Tekrar yatağa uzandım. Yatağa uzanmamı
bekliyormuşçasına telefonum ansızın çalmaya başladı. Kimseyle konuşacak halim
yoktu. Ama yine de telefonu elime aldım, Feyyaz arıyordu. Telefonu meşgule attım.
Evin en sevdiğim köşesine yerleştirdiğim üçlü kanepenin üzerine kuruldum.
Kanepenin hemen yanında duran üçayaklı siyah sehpanın üzerindeki kumandayı alıp,
televizyonu açtım. Reytingi yüksek, zekâ
seviyesi düşük eğlence programlarını zapladım. Birkaç müzik kanalını da
geçtikten sonra kumandanın tuşları vahşi yaşam belgesel kanalında takılı kaldı.
“Mavi Yaşam” belgeselinde başrolü binlerce oyuncu adayı arasından mürekkep
balığı kapmıştı. Belgeseli seslendiren dublörün tok sesi denizin altından
geliyor gibi ıslaktı;
“Mürekkep balığı kaslı emme
ağızlarına sahip on kolu olan bir deniz canlısı. Bir denizaltı misali,
gövdesinin arka kısmından püskürttüğü su sayesinde hızla ilerleyebilmektedir.
Deniz üzerinde ilerleyen itmeli jet motorları da aynı prensip ile çalışmaktadır.
Tasarımcının mürekkep balıklarından mı esinlendiği ise bilinmemektedir.”
Mürekkep balığına uzun
uzun baktım. Vücudu altına gömüldüğü kumun rengine bürünmüş, kum ile bir bütün
olmuştu. Öylece oturup, kumun altına gizlenmiş olan mürekkep balığının avını
nasıl pusuya düşüreceğini seyrettim. Belgeseli izlerken bir mürekkep balığı
şablonuyla bana ve hemcinslerime toplum tarafından dayatılan kadın portresini
üst üste bindirdim. Benzer noktaların -ki hayli fazlaydılar- altını koyu renkli
bir kalemle kalın kalın çizdim. Bir kadın her ortama uyum sağlayabilmeli, bir
ahtapot gibi on kolu olmasa da on parmağında on marifet olmalıydı. Bir kadın
hem çalışmalı, hem evin temizliğini yapmalı hem de sürekli gülümsemeliydi. Bazı
kadınlar gibi ahtapotlar da gülümsemezdi hiç. Bu yüzden bazı kadınlar gülümsemeyen
taraflarını kumun altına gömerken, gülümseyebilen sıfatlarını açıkta bırakırlardı. Kimse çınar ağaçlarının derinlere inen
kökleriyle ilgilenmezdi. Düşüncelerimin ayazında titrerken, mutfaktan
fokurdayan çaydanlığın çıkardığı ıslık sesleri gelmeye başladı. Oturduğum
yerden zor da olsa ayağa kalktım. Kanepenin altına sıkışmış duran terliğimi eğilip
almaya üşendiğim için ilkin parkenin belirli bir kısmını örten halının üzerine,
oradan koridorun fayanslarını süsleyen yolluğun üzerinden sıçrayarak mutfağa
doğru yöneldim. Beyaz kupaya çay doldurdum ve bir süre kupayı avuçlarının içinde
tutarak ellerimi ısıttım. İlk yudumu almadan önce dudaklarımı kupanın kenarına
yaklaştırdım ve usulca üflemeye başladım. Dudaklarımı ısıtan ilk yudum avucumun
içindeki kaygıları bir kar tanesi gibi eritti. Geride dudaklarımın üzerinde bir
zamanlar soğuğun ve karın hüküm sürdüğünü hatırlatan bir ıslaklık kaldı.
Telefon tekrar çaldı, Feyyaz arıyordu. Bu sefer gelen çağrıyı meşgule atmak yerine
ekranın sol alt tarafına dokunarak telefonunu sessiz konuma getirdim. Özgün,
telefon numaramı istememişti. Belki de aradığı şeyi bende bulamamıştı. Egomu
derinden yaralayan bu duruma içten içe sinir oldum. Kendi kendime; “Ne yani
sadece Özgün istediği zaman mı görüşeceğiz? Onun sorulacak soruları varsa benim
de var.” dedim ve ardından dizüstü bilgisayarımı açtım ve posta kutumu açarak
yeni ileti yazmaya koyuldum.
“Güzel geceler Özgün
Bugünkü
görüşmemizden sonra artık benim de sana sorulacak sorularım var. Hem durumu
eşitlememiz gerekiyor. Şu an sen bir sıfır öndesin. Yenilmeyi sevmem. Yarın
akşam saat sekizde Tunalı’daki Corvus Pub’da ol. Erken gelirsen bana kahve kendine ellilik Guiness
siyah bira söyle ve ben gelmeden sakın içmeye başlama.
Görüşmek
üzere
Melis”
Bilgisayarın imleci ile “gönder” tuşuna
bir kere tıkladıktan sonra bu e-postayı yazanın ben mi yoksa gece yarısından
sonra dile gelen egom mu olduğunu düşündüm. Küçük kardeşinin arkasından kıçını
toplayan şefkatli ve sorumluluk sahibi bir abla gibi yaptıklarımın sonuçlarına
katlanmak üzere ajandama bu randevuyu kaydettim. Altına ise;
“Hangi soruları soracaksın ki?” diye not
düştüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder