25 Kasım 2015 Çarşamba

Flu- Mürekkep Balıkları Üzerine




Bence insanların düşünce sistemi kalın çizgilerle ayık ve ayık olmadığı dönem olarak ikiye ayrılmalıdır. Arkadaşlarımın söylediğine bakılırsa ayıkken dünyanın en mantıklı, en tatlı ve en masum insanı iken, alkollü olduğumda bir o kadar kavgacı, huysuz ve sevimsiz oluyormuşum. Alkol kısa süreliğine de olsa dış dünyayla olan bağlantımı kesiyor, parmaklarımın ucunda gerçeklik duvarının ötesindeki hayata bakabilmeme olanak sağlıyordu. Alkolik değildim. Evde tek başıma kaldığımda içmez, sadece Cumartesi akşamları arkadaşlarımla birlikteyken birkaç kadeh içerdim. Sırf bu yüzden içtiğim bir iki kadeh içki beni hemen çarpar, çakırkeyif olmamı sağlardı. O gece Özgün ile görüştükten sonra Senem’in yanına gitmiş ve birlikte bir şişe kırmızı şarabın sonunu görmüştük. Kafam bir tarafında sarhoşluğun bir tarafında ayıklığın bulunduğu sınır hattı üzerinde gidip geliyordu. Eve geldikten sonra üstümü çıkarıp duşa girdim. Duşa kabine girdikten sonra musluğu çevirdim ve sıcak su ile soğuk su arasındaki ince çizgiyi bulana kadar hem yandım hem de üşüdüm. Su saçlarımın arasından kayıp omuzlarımdan aşağı doğru aktı. Omzumdan aşağıya düşen su damlalarına baktım. Duşta, vücudu binlerce su damlasıyla kaplı haldeyken daha iyi düşünebilen insanlardandım. Gün içerisinde aklıma gelmeyen kızgınlıklar, pişmanlıklar, mutluluklar ve hüzünler bir araya gelip su damlalarının suretinde zihnime doluyordu. Her bir su damlasının tenimin üzerinden akıp gitmesini izlediğim süre içerisinde hem yaşanmamış pişmanlıkları yaşıyor, hem sevinilmemiş zaferleri kutluyordum. Bir su damlası olabilmeyi isterdim. Bir su damlası gibi aynı anda hem gökte hem yerde olabilmeyi, aynı anda binlerce parçaya ayrılırken tekrar bir bütün olabilmeyi… Benim gibi insanların günah çıkarma odasıdır duşlar. Su akıp gittikçe hem bedenden hem ruhtan yaşanmışlıkların izlerini siler. Yıkanmak belki de kişinin kendine arınması işleminin adıdır. İlginç bir gün olmuştu. Düşünmem gereken o kadar çok şey vardı ki. Hayatın beni artık daha fazla şaşırtamayacağı yaşa geldiğimi düşünürken bu olan bitenler düşüncelerimi allak bullak etmişti. Binlerce insan, binlerce yüz görmüştüm. Hayatın ve zamanın tükettikçe ileriye doğru aktığını düşünmüştüm. Aslında zaman fiziksel olarak sadece ileriye akarken, insanın zihninde ileriye doğru atılan her bir adımı geriye doğru atılan iki ardışık adım takip ediyordu. Duştan çıktıktan sonra sol omuzumun altında, kürek kemiğimin arkasındaki dövmemin üzerini nemlendirici ile okşadım. Parmaklarım Sanskritçe yazılmış dövmenin derimin üzerinde oluşturduğu izleri takip etti. Bornozu üzerime geçirip banyodan çıktım ve direk mutfağa doğru yöneldim. Dünden kalan çaydanlığın içini boşaltıp suyla çalkaladıktan sonra içerisine iki kaşık çay attım, kısık ateşte demlemeye bıraktım. Çayın kokusunu seviyordum. Akşamlarımı daha huzurlu kılıyordu. Çocukluğumu ve ailemle yaşadığım zamanları hatırlatıyordu bana. Babam emekli olmadan önce Sakarya caddesinde, Ankara’nın bilinen mekânlarının birinde şef garson olarak çalışırdı. Babamdan önce aynı mekânda dedem baş aşçı olarak çalışıyormuş. Küçükken dedem bana “Eskiden benim çalıştığım restoranda tatlımı yiyip de yüzü gülmeyen müşteriden para almazdık.” diye anlatırdı.  Babam eve ben uykuya daldıktan sonra gelirdi. Babam ile aramda kimseye sır olarak bile anlatamayacağım kadar özel bir ilişki vardı. Biraz çay, biraz tütün, biraz da elma kokan bir ilişki. Saat kaç olursa olsun babamla çay içip sohbet etmeden asla uyumazdım. Babam çokça dinler, az ve öz konuşurdu. Bilge bir insandı. Her zaman gizli kutusunun içinde benim için anlatılacak bir şeyleri olurdu. Bazen bir anı, bazen gün içerisinde yaşanan ufak bir olay... Hepsi benim için o kadar değerliydi ki, babamla içtiğim çayları hep yavaş içerdim bu yüzden. Çay bittiğinde sohbetin de biteceğini düşünürdüm. 
     Çayı demlenmeye bıraktıktan sonra odaya girdim. Bornozu çıkarmadan yatağa uzandım, bir süre öylece durarak tavanı izledim. Daha sonra gardırobu açtım, üzerime beyaz bir bluz, altına ise beyaz şeritli yeşil bir eşofman giydim. Tekrar yatağa uzandım. Yatağa uzanmamı bekliyormuşçasına telefonum ansızın çalmaya başladı. Kimseyle konuşacak halim yoktu. Ama yine de telefonu elime aldım, Feyyaz arıyordu. Telefonu meşgule attım. Evin en sevdiğim köşesine yerleştirdiğim üçlü kanepenin üzerine kuruldum. Kanepenin hemen yanında duran üçayaklı siyah sehpanın üzerindeki kumandayı alıp, televizyonu açtım. Reytingi yüksek,  zekâ seviyesi düşük eğlence programlarını zapladım. Birkaç müzik kanalını da geçtikten sonra kumandanın tuşları vahşi yaşam belgesel kanalında takılı kaldı. “Mavi Yaşam” belgeselinde başrolü binlerce oyuncu adayı arasından mürekkep balığı kapmıştı. Belgeseli seslendiren dublörün tok sesi denizin altından geliyor gibi ıslaktı;
Mürekkep balığı kaslı emme ağızlarına sahip on kolu olan bir deniz canlısı. Bir denizaltı misali, gövdesinin arka kısmından püskürttüğü su sayesinde hızla ilerleyebilmektedir. Deniz üzerinde ilerleyen itmeli jet motorları da aynı prensip ile çalışmaktadır. Tasarımcının mürekkep balıklarından mı esinlendiği ise bilinmemektedir.”
Mürekkep balığına uzun uzun baktım. Vücudu altına gömüldüğü kumun rengine bürünmüş, kum ile bir bütün olmuştu. Öylece oturup, kumun altına gizlenmiş olan mürekkep balığının avını nasıl pusuya düşüreceğini seyrettim. Belgeseli izlerken bir mürekkep balığı şablonuyla bana ve hemcinslerime toplum tarafından dayatılan kadın portresini üst üste bindirdim. Benzer noktaların -ki hayli fazlaydılar- altını koyu renkli bir kalemle kalın kalın çizdim. Bir kadın her ortama uyum sağlayabilmeli, bir ahtapot gibi on kolu olmasa da on parmağında on marifet olmalıydı. Bir kadın hem çalışmalı, hem evin temizliğini yapmalı hem de sürekli gülümsemeliydi. Bazı kadınlar gibi ahtapotlar da gülümsemezdi hiç. Bu yüzden bazı kadınlar gülümsemeyen taraflarını kumun altına gömerken, gülümseyebilen sıfatlarını açıkta bırakırlardı.  Kimse çınar ağaçlarının derinlere inen kökleriyle ilgilenmezdi. Düşüncelerimin ayazında titrerken, mutfaktan fokurdayan çaydanlığın çıkardığı ıslık sesleri gelmeye başladı. Oturduğum yerden zor da olsa ayağa kalktım. Kanepenin altına sıkışmış duran terliğimi eğilip almaya üşendiğim için ilkin parkenin belirli bir kısmını örten halının üzerine, oradan koridorun fayanslarını süsleyen yolluğun üzerinden sıçrayarak mutfağa doğru yöneldim. Beyaz kupaya çay doldurdum ve bir süre kupayı avuçlarının içinde tutarak ellerimi ısıttım. İlk yudumu almadan önce dudaklarımı kupanın kenarına yaklaştırdım ve usulca üflemeye başladım. Dudaklarımı ısıtan ilk yudum avucumun içindeki kaygıları bir kar tanesi gibi eritti. Geride dudaklarımın üzerinde bir zamanlar soğuğun ve karın hüküm sürdüğünü hatırlatan bir ıslaklık kaldı. Telefon tekrar çaldı, Feyyaz arıyordu.  Bu sefer gelen çağrıyı meşgule atmak yerine ekranın sol alt tarafına dokunarak telefonunu sessiz konuma getirdim. Özgün, telefon numaramı istememişti. Belki de aradığı şeyi bende bulamamıştı. Egomu derinden yaralayan bu duruma içten içe sinir oldum. Kendi kendime; “Ne yani sadece Özgün istediği zaman mı görüşeceğiz? Onun sorulacak soruları varsa benim de var.” dedim ve ardından dizüstü bilgisayarımı açtım ve posta kutumu açarak yeni ileti yazmaya koyuldum.
  
 Güzel geceler Özgün
Bugünkü görüşmemizden sonra artık benim de sana sorulacak sorularım var. Hem durumu eşitlememiz gerekiyor. Şu an sen bir sıfır öndesin. Yenilmeyi sevmem. Yarın akşam saat sekizde Tunalı’daki Corvus Pub’da ol.  Erken gelirsen bana kahve kendine ellilik Guiness siyah bira söyle ve ben gelmeden sakın içmeye başlama. 
Görüşmek üzere
Melis”
Bilgisayarın imleci ile “gönder” tuşuna bir kere tıkladıktan sonra bu e-postayı yazanın ben mi yoksa gece yarısından sonra dile gelen egom mu olduğunu düşündüm. Küçük kardeşinin arkasından kıçını toplayan şefkatli ve sorumluluk sahibi bir abla gibi yaptıklarımın sonuçlarına katlanmak üzere ajandama bu randevuyu kaydettim. Altına ise;
“Hangi soruları soracaksın ki?” diye not düştüm.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder