19 Eylül 2011 Pazartesi

DÖRT

                                                         



I

Kişi kendisi ile ilgili hatırladığı ilk hatırasında kaç yaşındaysa, yaşamının oradan itibaren “gerçekten” başladığı söylenebilir. Herkesin beynine kazınan ilk anının zaman dilimi farklıdır. Zaman herkesin üzerinden farklı akar. Nehir kıyısına dizilen taşların arasından akan bir su gibidir. Akışkan ve bükülemez.
Bizi gerçek yapan yaşadıklarımız. Geçmişi zihnimize hapseden kelime ; hatırlamak.  

Kendimle ilgili hatırladığım ilk anım dört yaşında olduğum. Bu yüzden hep dört yaşında doğmuş gibi hissederim. 

Dört yaş kişisel tarihimin başlama zamanıdır.Siz yazacaklarıma “B”’nin kişisel kayıtları diyebilirsiniz ama sadece biri   “Ö”’nün kişisel kayıtları diyebilir.

Dört yaşındayım.
Bir arabanın içindeyim. Yanımda başkası var mı hatırlamıyorum. Canım sıkılıyor. Cama burnumu dayıyorum.  Bulutlara bakıyorum, tepemizdeki beyaz pamuk şekerleri ardımız sıra geliyor. Biraz  ilerideki tepenin ardında gri yağmur bulutları toplanmış. Dışarıda kocaman bir dünya var.  Bense küçücüğüm. 
Yağmur atıştırıyor hafiften.

“Nisan yağmuru” diyor bir ses. “Bir yağar, bir durur.”. 

Bahar kokuyor dünya.  Küçük ömrümde gerçekten duyumsadığımı hatırladığım ilk koku nisan yağmuru.
Tepenin ardındaki şehre de yağmur yağıyor. Yağmur bulutu olmanın çok eğlenceli olabileceğini düşünüyorum.  Sonu görünmeyen ufuk çizgisine gidebilirim diyorum içimden,  gökyüzünden su damlası olarak atlıyorum yağmurmuşçasına. 
Büyüyünce yağmur bulutu olmaya karar veriyorum.
Hemen büyümek için uyuyorum.
Uyandığımda hala dört yaşında bir bacaksızım.  Gece olmuş. Etraf karanlık. Dışarıda pürüzsüz bir gecenin etrafına saçılmış ışıklar var.
“Yıldızlara bak” diyor kime ait olduğunu hatırlayamadığım bir ses. Küçük kafamı ileri doğru uzatıp bakıyorum siyah perdede açılmış ufak deliklere. 
Sonra ani bir ışık patlaması oluyor. İçlerinden biri  ışıklar saçarak kayıyor.  Dört yaşındaki gözlerin görebileceği şekilde tepenin ardındaki şehre düşüyor. 
“ Gecenin içinden kayıp düşen bir yıldız” diyor o ses. “Özel birinin doğumunu simgeler” .
“Özel biri mi ?”
“Evet küçüğüm”
“Okuduğun masallardaki gibi mi?”
“Evet,”
“Hadi ardından gidelim.” diyorum. Dört yaşındayım çünkü.
“Bak şöyle yapalım küçüğüm.  Şimdi yat, uyu, büyü çabucak.  Büyüyünce söz gider bulursun yıldızını.”diyor usulca akan ses.
“ Şimdi istiyorum onu”. Sabırsız biriyim.
“Herşey istediğin zaman olmaz. Büyümen lazım.”
“Beni beklemez” diyorum “büyümemi beklemez.”. Küfür etmek istiyorum ama sadece dört yaşındayım ve “kaka”dan başka  küfür bilmiyorum. Hoş o da küfür sayılırsa.
“Bak ellerin küçücük.” diyor o ses, “Bulsan bile nasıl tutacağını bilemezsin. Düşüp kırarsın.”
Haklı. Küçüğüm, tecrübesizim ve yeterince cesur değilim. Işıklar kapalıyken uyuyamam.  Bazı geceler yatağımın altına saklanırım. Ama maruz görün dört yaşındayım.
“Bekle beni” diyorum ellerimi hafif buğulu cama dayayarak. “Senin için geleceğim.”
Uyuyorum.
Rüyamda tepelerin ardındaki şehrin üzerinde gezen bir bulutum. Yere düşerken yıldız içimden geçiyor. Yüzünü görüyorum yıldızın. Ellerimi uzatıyorum ama küçücükler. Tutamıyorum. Ardında kokusu ve renklerini bırakarak  yıldız şehre düşüyor..
Uyuyorum ve uyanıyorum.
Günler böylece geçiyor.  Birbirinin aynı. Resmin içindeki detaylar değişiyor sadece. Ben aynıyım.
Dört yaşında.
Büyüyorum ama sonra.
Yıldızımı aramaya karar veriyorum.
Onu bulduğumda ilk anımı ona anlatacağım.
Dört yaşındaki beni.
Sırf çok sabırsızsın  demesin diye.

                                               II

“Geride her şeyi bırakıp gitmek mi daha zordur
Yoksa her şeyi geride bıraktığında, geride bırakılacak bir şeye sahip olmak için tekrar çabalamak mı?”

“E” kendisine zor sorular sormayı severdi. Ama aynı şekilde cevap vermeyi pek sevmezdi. Siz bilmezdiniz onu.  Kimse bilmezdi. 
Dayanılamayacak gibiydi bazı şeyler.  Dayanması lazımdı.  O yüzden kendi kendine tekrar ediyordu : “Arkamda ellerimden kayıp giden bir yağmuru bıraktımda geldim.” diye. İşin gerçeği kalbi hala oradaydı. Buradayken ise kalbi sadece  bedeni içinde dakikada altmış kere atıyor numarası yapıyordu.

Alışmak zamanın bir alt kümesidir. E bunu bilir, bildiğini de bilir, ama nedense bilmiyor gibi davranır. “E” istisnaları bozmaz gibi gözükür ama kendisi bir istisnadır.  Herkes bilmez.

“E” şehrin sokaklarında yürümeye koyuldu. Kulağında müzik çaları ağır aksak bir melodiyi tekrarlıyordu. Islık ile eşlik etmek istedi ama yapamadı. 
Bir sokaktan diğerine yürüdü. Sokaklar birbirine açılıyordu. Biri diğerine, öteki diğerlerine. Bazen bir sokaktan diğerine dönecekken, veya yolun sonundaki tepeyi  aşarken, yolun sonunun hep bir denize çıkacağı hissine kapılıyordu.
Tıpkı arkasında bıraktığı şehirde olduğu gibi.
Ama burada deniz yoktu.
Kıyıya vurmuş bir şehirdi Ankara.
Sokakların sonu denize çıkmadıkça E’nin içini kanatan cinsten bir hüzün kaplıyordu. Tanıdık bir koku arıyordu. O, bazı zamanlarda kötü kokan denizinin  kokusunu özlüyordu.

E kokuları çok önemser, ama umrunda değilmiş gibi davranır, sırf kalp ağrıları tekrar geri gelmesin diye. E sizi çok umursar, ama çok umursadığı için umursamıyormuş gibi davranır. Bilmezsiniz siz hiç, bilemezsiniz…

Buraya geldiği için pişman değildi.
 Büyümesi gerekiyordu.
Sadece uyuyarak büyüyemezdi.
Bazı şeyleri tek başına başarmalıydı. Yaşamın özünü oluşturanda buydu.
E’nin aklından bu ve buna benzer binlerce ses geçerken, Karanfil sokağın sonuna vardığını fark etti. Hava sıcaktı.
Kavurucu bir sıcaktı. Sıcak yaz rüzgarı etrafında dolanarak nefes almasını zorlaştırıyordu.
Karanfil sokağın sonundan adını asla hatırlamayacağı diğer sokağa doğru döndü. İlerideki okulun önündeki bankların birine oturup, çantasından suyunu çıkardı. İçilmeyecek kadar sıcaktı su, ama ağzını ıslatmak için ufak bir yudum aldı. Şişeyi tekrar çantasına koydu.
“Ankaraya yeni mi geldin ela gözlü güzel kızım?” diye sordu esmer tenli ,kırklarındaki kadın.  Bakımsız olmasına rağmen pekala güzel sayılabilirdi.
Başını evet anlamında iki kere öne doğru salladı E.  Alışılagelmiş film sahnelerinden birinin içinde gibiydi. Ama tek fark, kendisini film yıldızı gibi hissetmiyor oluşuydu. O sadece bir figürandı.
“Bugün şanslı günündesin.”dedi kadın. “Falına bakacağım.”
“Hiç gerek yok. Çok teşekkürler.”
“Senden para isteyeceğim yok. Kişisel alma bak.” dedi kadın. “Falcıyım ben. Parayla fal bakarım. Ama her gün bir kişiye parasız fal bakarım. Benim dünyaya geri ödeme tarzım bu. Vicdani rahatlama diyelim. Modern zaman azizesiyim ben.”
“O zaman peki” dedi E fallara gerçekten inanıp inanmadığını kendisine sorarken.
Kadın çantasından ufacık dar ağızlı altın renkli bir şişe çıkardı. Önce hafifçe çalkaladı, sonra ağzını usulca açtı. Etrafa bir yasemin kokusu yayıldı. E içine çekti yasemin kokusunu, rahatlatıcıydı.
 “Elini uzat bakalım” dedi kadın. E ince ve şekilli parmaklarını açarak sağ elini uzattı. Kadın şişenin  açık ağzından koyu renkte bir sıvıyı E’nin avucunun içine döktü. Sıvı yağ gibiydi,ama oldukça hoş kokuyordu. Avuç içine dökülen yağ E’nin elinin kıvrımları içine doğru yayılmaya başladı. Kıvrımlar, bir sürüydüler. Yağ hepsinin değil fakat bazılarının içinden geçerek yayılıyordu.
“Yağın kıvrımlarında yayılmasına izin ver” dedi kadın “ mücadele etme”
“Peki” dedi E, koyu renkli yasemin yağı vücudunu rahatlatırken.
“Bu  eski mezapotamyada yaşayan falcıların fal bakma şeklidir. Böyle fal bakmayı bana annem öğretti, ona da annesi öğretmiş, ona da ailenin eskileri.”
“Bilmiyordum. İlk kez karşılaşıyorum.” dedi E.
“Bugün şanslı günün olduğunu söylemiştim.” dedi kadın gülümseyerek, sonra E’nin sağ elini hafifçe kendine doğru çekti.
“Ah kızım. Çok kararsızsın sen. Hem de her konuda. Karar verip bu şehre gelmen bile büyük bir mucize” dedi kadın . Son cümlesini biraz abartılı bir ses tonunda söylemişti.
“Çok çabuk kanma insanlara bu kadar. Akıllı ve zekisin. Ama insanların her söylediklerine inanıyorsun. Biri de canını fena halde yakmış sırf bu yüzden. “
“Hmm” dedi E. Bir tahmin doğru çıktığında hep böyle yapardı.
“Bu şehri sevmiyorsun. Fırsatın oldukça kaçıp memleketine dönüyorsun. Ama merak etme. Çok yakında Ankarayı  seveceksin.”
“Aa nasıl olacakmış o ?”
“Bak şurada kayan bir yıldız var görüyor musun?” dedi beş kıvrımın birleştiği bir noktada koyu yağın oluşturduğu şekli göstererek. Daha sonra baş parmağı ile yıldızı diğer şekle bağlayan kıvrımı takip ederek : “Burada da kayan yıldızı tutmaya çalışan biri var.”
“ Görüyorum” dedi E.
“Kayan yıldız sensin, senin doğumunu simgeliyor.”
“Ama  ya çok uzağına düştüysem ?”
“Eninde sonunda seni bulacak. Sen onun yanına uzanacaksın ve hikayeni anlatacaksın, o da dinleyecek.”
“Hikaye anlatmayı sevmiyorum” dedi E.
“Merak etme birtanem.  Senin hikayeni o sana anlatacak.”
“Peki” dedi E.
“ Babil kulesi efsanesini bilir misin ?” diye sordu kadın.
“Hayır duymadım hiç .”
“Babilliler günün birinde tanrılara ulaşacak kadar büyük bir kule inşa etmek isterler. Efsaneye göre tanrı kendisine ulaşmaya çalışan insanların kendini beğenmişliğine kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller.”
“ Hiç bilmiyordum” der E.
“Bak şu kıvrımın ortasındaki sensin ve etrafın uzun kule benzeri  yapılarla çevrelenmiş.”
“E”   efsanenin kendi falına dokunan kısmını anlamıştı. Haklıydı kadın. İnsanlar kendi babil kulelerini inşa etmeye çalışıyorlardı. Herşey birdi, bir ise her şey. Modern yaşam insanlara bu temel prensibi unutturmuştu. Aynı dili konuşan ama iki kelam edemeyen insanlar vardı etrafında. Kimse kimseyi anlamıyordu. Herkesin bir masalı vardı, ama kimsenin başkasının masalını dinlemeye vakti yoktu.
“Şimdi avuç içini kapat.” dedi kadın.
E avuç içini yavaşça ve dikkatlice kapadı.
Şimdi açabilirsin dedi kadın. E’nin elindeki yağ kaybolmuştu. Güzel parmakları eskisi gibi gün ışığının altında parıldıyordu.
“Nasıl yaptın bunu?” diye sordu E.
“Ee masallarda nasıl ve neden soruları sorulmaz.” dedi kadın E’nin yanından kalkarken.
“Bu arada son bir tavsiye, Nisan yağmurunda ıslanma sakın.”
“Teşekkür ederim.” dedi E işler oldukça ilginç bir hal alırken.
E kadınının arkasından, sureti sokağın ucunda küçük  bir nokta oluncaya kadar bakadurdu.
Sokaktan onlarca  insan geçiyordu. Kırmızı şapkalı koyu kumral küçük bir kız babasının elinden çekiştiriyordu.
“Baba hani alacaktık bugün. Ben penguen istiyorum”
“Nerede bakacağız peki penguene?” diye sordu babası.
“Buzdolabına koysak olmaz mı ki?” dedi bilmiş bilmiş.
“Penguenlerin buzdolabında yaşayamayacağını bilecek kadar büyümüş olmalısın ama.” dedi babası.
Haklıydı.
E’de penguenlerin buzdolabında yaşayamayacağını bilecek kadar büyümüştü.
E oturduğu yerden akşamüstü serinliğine doğru çekilirken kendisini daha iyi hissetti.
Penguenler buzdolabında yaşamazlardı.

III
Her uykunun bir uyanışı vardır.  Sorun uyanmak değil, uyku sersemliğini kısa sürede atlatabilmektir. Dört yaşında daldığım bir uykuyu hatırlıyorum. Uyandığımı biliyorum. Ama hala uyku sersemiyim. 
Hadi diyorum bir kupa dolusu sert kahve daha…
Biri diğerini takip ediyor.
Nikotin bantları mı kullansam acaba diyorum.
Bağımlılığın masum bir yanı yok.
Belki de tek masum yanı aşık olmak.
Bağımlı olmaktan nefret ediyorum.
Dört yaşımda doğuyorum ben. Diğerlerinden farklıyım. Yokluktan varoluyorum. Dört yaşımdan önceki günlerim kayıp.
Gerçekten yağmur bulutu olamayacağımı anladığım zaman diyorum, tamam büyüdün artık  diye. Sonra diktatör olmaya karar veriyorum büyüyünce. Ama bunun için yeterince kararlı değilim. Filozof olmaya karar veriyorum, ama biri fısıldıyor kulağıma “Filozofların devri bitti.” diye. Nietzsche’nin kendi kendine konuşarak öldüğü bir dünyada yaşadığımı hatırlıyorum sonra. Kendi kendime konuşarak ölmek istemiyorum.
Yazar olmaya karar veriyorum hala gerçekten yazabilen birkaç yazar varken. Elimi çabuk tutmalıyım.
Sonra E ile tanışıyorum.
Siz E’yi tanımazsınız.
E arada size bakıp gülümser kocaman kocaman.
E’nin gülümsemesini bilmezsiniz. Görmüşsünüzdür belki ama gerçekten bakmamışsınızdır. O gülümsediğinde dudaklarının ucu parıldar.
Uyku sersemliğinden kurtuluyorum sonra.
E yokken hayat içi boş bir kahve kupası gibi…
Uykumdan uyanıyorum. Uyuyup büyümüşüm meğerse.
Kalan kahvemden son yudumu alıp, dışarıya çıkıyorum.
Siz beklemeseniz bile E beni bekler.
E’ye ilk anımı anlatmalıyım. Dört yaşındaki beni.

17 Eylül 2011 Cumartesi

"Seçmek" kaybetmektir...


Tanımadığım birisi "kelimelerin ve isimlerin de hafızası vardır." demişti. Tanıdığım biri söylese aklımda kalmazdı. İnsan zaten hep tanıdıklarının söylediklerini suya yazardı. İnsan olaylara, durumlara alıştığı gibi tavsiyelere de alışıyordu ve bir süre sonra tanıdıklarının sözcükleri kanyonun öteki ucundan yankılanıp gelen bir rüzgar sesine dönüşüyordu.

Kelimelerin hafızası vardır diyen bir kişi bu önerinin her şart altında doğru olduğunu da öne sürer.

Cuma akşamıydı ve sonbahar soğuğu yazdan kalma son günlerin arkasına saklanmış, habire boynunu çıkarıp çıkarıp geri çekiyordu. Sonbaharı özlemişti bu şehir. Sonbahar da yakışıyordu gri şehre. İşten çıkmış Kızılaydan tunalıya doğru bir yürüyüşe geçmiştim. Herhangi bir planım yoktu. Tesadüflere inanıyordum ve yürürken birileriyle karşılaşmayı umuyordum. İş çıkışı yoğun bir trafik Tunalı Hilmi caddesini sarıp sarmalamıştı. Egzoz dumanı tahammül edilebilir durumda, korna sesi ise katlanılamaz haldeydi. Herkes ya bir yere yetişiyor, yada bir yerlere geç kalıyordu.

Bir yerlere geç kalmaktan nefret ederdim.  Okula geç kalmamak için sabah ilk otobüsle çıkar, buluşmalara hep on- onbeş dakika erken gelirdim. Hayatta yaşanılabilecek çoğu duyguya geç kalmıştım zaten. Üstelik, geç kalınmışlıklardan çarpı atılarak düşüldüğü bu listede geriye çok madde kalmamıştı.


Bu ılık cuma akşamı ise ilk kez bir yere yetişmek için yürümüyordum. Ve o an ilk kez gerçekten gereksiz bir şekilde hızlı yürüdüğümü farkettim. Ayaklarım beynimin komutlarını değil "geç kalmama" iç güdülerimin kontrolü altına girmişti. "Yavaşlasana" dedim, dinlemedi. Kafasına göre ilerlemeye devam etti.

Yakınlarında aklı çalışan hafif meşrep biri olsaydı, muhtemelen ; "İnsan kendi uzuvlarını bile kontrol edemiyorsa hayatını kontrol etmeye çalışması naif bir çabadan ibarettir." derdi.

Kontrol saplantılı bir duygudur ve bir noktadan sonra "kontrol" edilemez. Kontrol kelimesini geometrik olarak ifade etmek isteseydik en uygun şekil bir çember olurdu muhtemelen. Döner dolaşır kendi kuyruğunu ısırır bu kelime.

Kontrol delisi insanlardan biri olmamak için çabalıyordum bugünlerde. Umursamamaya çalışmak ise on doktordan dokuzunun önerdiği en etkili çözümlerden biriydi.

Umursamıyordum.
Seni,beni,kendimi,onu,sizleri,diğerlerini, hiçkimseyi

Ölseniz bile umrumda değildi.
Yada mutsuzluktan renginiz solup yaşayan bir hayalet olsanızda.

Hayaletleri kimse sevmez.

Ben de sevmem.

Kendimi de umursamamaya başladığımda ise çember tamamlanacak.

Hiç birşeyi kontrol etmeye çalışmıyordum artık. Hayaletleri de görmüyorum.

Bugünlerde yaptığım diğer bir şey ise, zamanlarla kelimeleri, ayna görüntüleri çakışak şekilde örtüştürmek.

Herkes sırt üstü uzanır ve tavanı izler. Ama kimse düşüncelerini bir kenara bırakıp tavanın şeklini incelemez.

Oysa rüyaların üzerimize bütün ağırlığıyla abanmasını engelleyen yegane cansız varlıktır. Üstüne üstlük günün birinde darılıp küserseniz sırtladığı iyilikleri yüzünüze de kakmaz.

Kelimelerde aynıdır.
Her biri hatıralarlamızla ilintilidir.
Hamallıkları içinse en ufak bahşiş talep etmezler.

Anılar zaman değişkeni ile birleşir ve bulanık bir görüntü ve birkaç diyalog ile tamamlanır. Kelimeler ise zamanın bir alt kümesidir ve asla üst kümesinden bağımsız düşünülemez.

İnsanlar kelimeleri zamandan bağımsız düşündükleri için anıları ile birleştiremez ve kelimeler boşlukta asılı kalırlar.

Cadde boyunca yürüyordum ve "yürümek" kelimesi her dönem sırtında ağır ve değişken anılar taşımıştı benim için.

"O"nunla yürümeyi çok severdim mesela. Yürürken söylediği saçma sapan şarkılar aklıma gelirdi. Günün ve ayın moda şarkısını söylerdi. Şarkının melodisini hatırlayarak ise yürüdüğümüz günün tarihini hatırlardım.

Yürümek kelimesinin hafızası geniştir ve asla bir trafik kazası sonucu başını taşa çarpıp hafızasını yitirmez.

Ben ise hafızamı yitirmek istiyorum. Sadece başımı taşa vuracak cesaretim yok. Ama kelimelerimiz var. Benim ve "O"nun...

Zeynel Çilli'nin önünden geçiyorum ve aklıma tavuk göğsü geliyor.

"Diğer yerlerden farklı olarak burada gerçek tavuk göğsü kullanıyorlar." deyişi aklıma geliyor ve yaz sıcağında kalınan o küçük evi ve ılık yaz akşamını hatırlıyorum. Bir de içilen ekşi portakal suyunu.

Çocukken tavuk göğüsünü sevmediğimi hatırlıyorum. Artık çok seviyorum.

Umursamıyorum demiştim de sanırım büyük ve burnu gitgide uzayan bir yalan söyledim.

Uzayan burnumu törpülemek istiyorum .

Sonra nedensiz sokaktan aşağı yürürken aklıma "seçim" kelimesi geliyor.

Bana anlatmadığı ama iki elbise arasında kalıp ikisini de aldığı zaman aklından geçenleri tahmin ediyorum :

"Seçim yapmaktan nefret ediyorum."

Seçim yapmak her zaman bir diğerini kaybetmek demekti "O"nun için. Kazanılanı değil kaybedileni görenlerdendi ve bardak eğer ağzına kadar dolu değilse boş demekti.

"Seçim" kelimesinin uçsuz bucaksız bir hafızası vardı.
Bazen deniz kenarına tutunan bir şehir ile gri karlı bir şehir arasında
bazen kırmızı bir bluz ile haki yeşili bir bluz arasında...

Kimsenin basit,kolay ve yaşanılabilir bir hayatı yoktu ve "O"da bir istisna değildi.

Şikayet etmezdi. Ama haksızlığa göz yummazdı.

Kimsenin yaptığı bir haksızlık ve adice bir davranış yanına kalmazdı. Modern zaman şövalyesiydi. İçinde kılıç tutmak için can atan bir şövalye vardı, ama "o" bunun farkında değildi.

Şövalyelerin zırhı dürüstlük, kılıcı ise inançtı.

Ama bazen ansızın saldıraya uğrayan bir savaşçı gibi zırhını kuşanmadan savaşa gider, sonucunda kendini yaralar, kalbini incitirdi.

Şehirdeki kimse onun kalbi incinsin istemezdi.

Kendisi de istemezdi.

Biz de istemezdik.

"Seçim" yapmak mahalle aralarında bulunan trafo şebekelerinin bir adım yakınana yaklaşmak kadar gerici ve tehlikeliydi.

İçindeki şövalye ise zırhsız ve kılıçsız kalıyordu bu kadim düşman karşısında. Çaresizlik ise seçim kelimesinin altında yazan bir dipnottu.

Bunları düşünürken "o"nun varlığını şehrin bütün kaldırım taşlarında hissettim. Ben ve şehir "o" nu o kadar benmisemiştik ki , içinde onun olmadığı en ufak bir boşluk kalmamıştı şehirde.

Nefes alamıyorduk. Keşke bir an önce geri gelseydi de bizi soluksuz bırakmasaydı.

Dipnotları seçim kelimesinin altında sıralanmıştı ve sokaktan aşağı yürürken her gün bilinçsizce onlarca seçim yaptığımızı düşündüm. Sokaktan aşağı yürümeyi seçmiştim ve ileriye giderken geriye dönmek aklıma gelmemişti.


Bütün bunlar zihnime duhur ederken yürümeye başladığım yere geri döndüğümü farkettim.

Yeni kelimemiz "çember", tamamlayıcısı ise "yürümekti".

Onunla ilgili öğrendiğim bütün gerçekleri düşündüm. Anlatmadıklarını ve benim bilmediğimi düşündüklerini...

Rol yapmaya devam edebilirdim, yada umursamıyor gibi davranmaya. Ben bir şövalye değildim, yalan söyleyebilirdim. Zırhımı almama, veya kılıç kullanmaya da ihtiyacım yoktu.


Kelimeleri ben kontrol ediyordum ve hafızalarını istediğim zaman boşaltabilirdim.

İsimlerin de hafızası olduğunu söylemişti birisi.

"O"nun bir adı var ve insan dilinin çıkarabileceği en güzel iki heceden oluşuyor.

Hecelemek istiyorum, dilim varmıyor ve kulaklarımdan çekerek diyor ki :

"İsimlerinde bir hafızası var, kulağına küpe olsun."

13 Eylül 2011 Salı

Mütemadiyen


“Yapraklı takvimler kullanılırmış vakti zamanında; birinci kalite saman kağıdına basılmış el büyüklüğünde kağıt parçaları. Ardı sıra üst üste bindirilerek ustaca zamklanmış kağıtlar.  Hikayeler anlatılırmış el kadar kahverengiliklerin üstünde, bazense tarihi olaylar. Bu o zamanlarda günün “beni unutma” deme şekliymiş.  Unutmanın değil hatırlamanın marifet olduğu zamanlarmış eskiden. “



Masanın ucunda duran sigara paketine uzun uzun baktı E. Paket oturduğu sandalyeden iki kol kadar uzaktaydı. E’nin kolları ince ve yeterince uzun değildi.  Mesafelerle ilgili tembelliği gene üstündeydi ve sırf bu yüzden sigara içmekten vazgeçti.  Keşke hayatta üşendiği için vazgeçtiği her şey bu sigara paketi kadar önemsiz ve değersiz olsaydı. Onun yerine biri sigara içmeye geldiğinde paketi ondan istemek geldi aklına.  Bu aralar mesafelerle ilgili sıkıntısı vardı E’nin.  Son zamanlarda şehirlerde, insanlarda birbirine o kadar uzaktı ki, yakın mesafeleri göremez olmuştu.  Masanın üstündeki kırmızı ciltli kitaba başını dayayarak uyuklamaya çalıştı, olmadı.  İçinde biriken bir sıkıntı vardı. İçinde biriken sadece sıkıntı değildi. Bu aralar bütün duyguları yağmurdan kaçan kuşlar gibiydi, kaçakları  içindeki  küçük ve daracık yuvalarda biriktiriyordu, nefret, kıskançlık, sinir, haksızlığa duyulan isyan, mutluluk, neşe ve diğerleri…  Birşeyler anlatmaya çalışmak o kadar beyhude ve yorucu geliyordu ki, kelimeler çoğu zaman dilinden yuvarlanıp da dışarıya çıkmıyordu.  Anlatmak istemiyordu. Sadece anlatmadan anlaşılmak.  Sigara paketine tekrar dönüp baktı.  Ama anlatmayışının sebebi tembellik değil de başka bir şeydi, işte o başka bir şeyin ne olduğunu E’de tam olarak bilmiyordu.

Uyurken giydiği giysileri hala üzerinden çıkarmamıştı. Açık yeşil askılı bluzu ve siyah yandan çizgili mini şortu vardı.  Sigara içme faslını sonraya bırakarak son bir güçle ayağa kalkıp esnedi ve banyoya doğru yöneldi. Kokulara olan özlemini pekiştirmenin zamanı gelmişti. Kendine ait bir kokusu vardı E’nin.  Parfümünü ve duş jelini satan gizemli satıcı ; “ Bu parfüm şehirde bir tek sizde olacak” demişti. Öyle de olmuştu.  Başka birinin bu parfümü kullandığını daha önce görmemişti.  Duşa girip uykusunu açmaya karar verdi. Ilık su vanasını çevirip sol eliyle suyun sıcaklığını kontrol etti. Eli üşüyünce azıcık kırmızı hareli musluğu çevirdi, su ısındı.  Her şey bu kadar basit olsaydı keşke diye geçirdi içinden E. Hayatta onun için bazen ılık bazen de soğuk olsaydı ya.  
                Duş alıp saçlarını kuruttuktan sonra saat öğleden sonrayı geçmiş, akşam üstüne yaklaşmıştı.  Sene içinde bu düzene alışık değildi E.  O yüzden biran önce toparlanıp dışarıya çıktı.  Çıkmadan önce parfümünü süründü.


                                                                              ***


Zamanın akıp gittiği ve arkasından koşsan dahi asla  yakalanamayacağı söylenir. Budist ve taoist rahiplere göreyse zaman uzun bir spiral yaydan ibarettir ve bir süre sonra kendini tekrar etmeye başlar.  Taoist yazılardan bu konuyu araklayan “best seller” yazarlar ise zamanı yatak yayına benzetirler ve yukarıdan dikine bir çizgi çizildiğinde  spiralin birden çok yerden keseceğini önerirler. Bu zamanın paralelliği ile ilişkilendirilir ve ruhun aynı anda üç farklı zaman diliminde farklı vücutlarda varolabileceği teorisini ortaya atarlar. 
Eski medeniyetlerdeki takvimlerde ise durum biraz farklıdır. Aylar ve yıllar doğada bulunan hayvanlar ile simgelenir. Bu ayları ve yılları hatırlamanın en etkili yollarından biridir. Bir kişinin doğum tarihi anlamsız sayılar ve rakamlar yerine  semboller ile belirtilir. 

Bu teorilerin ise  E için hiç bir önemi yoktur.  Zaman akıp giden bir rüzgardır ve E’nin ufak güzel parmaklarının arasından uçup gider.  Takvim kullanmaz E. Ama sanki zamanın resmini yapmak istiyormuş gibi her anının fotoğrafını çeker ve saklar.  Bilgisayarını açtığında her yıla ait düzenli fotoğraf klasörleri bulunur. Unutkandır E ve bundan nefret eder. Unuttuğu için değil ama unutmak istediği olayları unutmayıp da küçük olayları unutabildiği içindir.  Yaşadığı anları biriktirir aslında E. Unuttuğu güzel anlar olursa tekrar hatırlasın diye bakar onlara.  Hikayeleri vardır aslında E’nin kafasında. Her resmin bir hatırası vardır ve bu eskilerin kullandığı yaprak takvimin E versiyonudur. Tek fark ise takvim üzerindeki hikayeyi E’den başkasının okuyamamasıdır.

E için ise zaman asla geriye doğru akmayan bir nehir gibidir ve nehir yolu sonunda çağıldayan bir şelaleye açılır. Zamanın akışını kontrol edemediği için en çok da ondan korkar Durduramayacağını bilir E zamanı. Hayatındaki olayların bir çoğunu istediği gibi şekillendirebilmiştir E. Ama zamanda E’nin kendisi gibi bir istisnadır.

Sinemada tuvalete gittiği için en duygusal sahneyi kaçıran talihsiz seyirci gibi hisseder kendini E.  Aynaya bakar güzel ela gözleriyle E ve karşısında harika bir kadın görür. Ama gördüğü kadın hep aynıdır. Büyüdüğünü anlamaz E. Birileri ona fısıldar, büyüdün harika bir kadın oldu diye. Beş yaşını hatırlar E ve aynada kendini izleyişini. Hatırladıkça tekrar ayna karşısına geçer ve aynı 5 yaşındaki çocuğu görür.  Aynalar yalan söyler. Kıskançtırlar ve hasettirler. Aynanın ne önünde ne arkasında zaman yoktur ve E’nin hep aynı görüntüsü asılı durur.  E zamanın akışını aynadan izleyemez ama resimler aynalar gibi iki yüzlü değildir.  E zamanı hapseder.  Zaman ile aralarındaki savaşta E’nin yaşadığı ufak zafer anlarıdır bunlar.  E her fotoğrafta  ayrı bir zaferini kutlar. 

E şehirdeki en güzel kadınlardan biridir ve kendisi de bu durumun farkındadır. Şehirde B isminde bir yazar çocuk vardır ve E’nin aynadaki görüntüsüne değil ama mavi boşluğun altındaki görüntüsüne aşıktır. E zamandan tekrar ürker. B şimdiki zamanda gezinen E’ye aşıktır. Gelecek zamandaki E’yi de sevecek midir acaba B? 
E cevapsız sorulardan ve belirsizliklerden nefret eder
E’yi tipik bir öykü yazarından ayıran en önemli özellik kağıt ve kalem kullanmaması ve geleneksel yöntemlere karşı çıkmasıdır. Zehir gibi bir aklı vardır E’nin ama her nedense insanlardan saklar bunu. 

Ama E’nin başının iki yanında parıldayan ela renkte iki yıldıza yeterince dikkatlice bakarsanız şeffaflığın rengini de görebilirsiniz.


                                                                                                              ****

E kafeye girdiğinde nereye oturacağını biliyordu ve kararsız kalmamıştı.  O kadar boş masanın içinden sanki bir tanesi ona özel ayırılmıştı. Kafenin bahçesine girildiğinde kırmızı şemsiyenin altında sarmaşıkların ve yaprakların hemen arkasındaydı.  Kırmızı şemsiye altına üç masayı alacak kadar büyüktü ve  tentesinin altındaki destek parçalarına şeffaf bir mumluk ve melek figürü asılmış, rüzgarla birlikte salınıyordu.  Resmini çekmek istedi ama yapmadı. Bazen böyle olurdu işte,  büyü bozulsun istemezdik.

Elif gördüğü ve duyumsadıklarını kelimelerle tasvir edebilmeyi çok isterdi. Doğru duygular için doğru kelimleri kullanmak bir marifet işiydi ve elif en çok da kendini doğru şekilde heceler ile ifade edememekten yakınıyordu.  Yazar olmayı çok isterdi, yada bir yazarın kafasını yaşamayı. Algılama insanın objelere ve olaylara verdiği tepkidir ve insan yaşamının temelini oluşturur. Herkesin yaşadığı dünyayı algılaması farklıdır, E’nin ki ise bambaşkadır.  E kafeyi en iyi tarif etmenin yolunu fotoğrafını çekmek olduğunu düşünüyordu ki  B kafenin girişinde göründü. Masaya geldi E’ye daha önce hiç sarılmamış gibi sıkı sarıldı. 
“Kitabı yazmaya başladım sonunda” dedi B.
“Aa nasıl karar verdin?” diye sordu E.
B, E’nin gözlerine baktı.
E sorunun cevabını biliyordu.
                                                               ****






Saat gece bir buçuk olmuştu ve hala göz ucuna iliştirebileceği bir uyku kırıntısı yoktu. Biraz içki uykusunu getirebilirdi. Evde tek başına içmekten nefret ederdi üstelik. Dışarıya çıkıp barlar sokağına gitmeyi düşündü. Hafif karlı bir Cuma gecesiydi ve barlar muhtemelen tıklım tıklım dolu olacaktı. Belki yazabilecek bir şeylerde aklıma gelir diye düşündü B. 

Kapıdan dışarıya çıktığında hafif karlı havanın yerini ağır bir kar yağışına bıraktığını gördü B. Ellerini siyah-gri montunun cebine iliştirerek yürümeye koyuldu. Dışarıda pek kimse yoktu ve apartmanın önündeki kar örtüsü üçüncü kişilerin ayak izleri tarafından bozulmamıştı.  Uzun zaman sonra B ilk kez kendini bu şehirde yalnız hissetmişti. İçi rahatladı. Yalnız kalmayı seviyordu.  Ruhunu besleyen biraz yalnızlık, biraz anlamsız hüzün ve birkaç da gülümsemeydi.  İhtiyacı olanı bundan fazlası değildi. Ne eksik ne fazla.  Apartmandan sonra  dört blok yürüdükten sonra ana caddeye çıkıp yürümeye başladı. Gökyüzünü kırmızı bir gri kaplamıştı ve kar beyaz noktacıklar halinde bu manzarayı süslüyordu.  Ankarayı bu kadar güzel yapan buydu herhalde. Kar manzarasını izleyerek yürümek. Sigara kullanmıyordu B, ama ilk kez bir sigara yakıp dumanını boşluğa üflemek istedi.  Ayağıyla kaldırım taşları arasında sıkışıp kalan kar taneleri tıpkı kafasındaki düşünceler gibi her adım atışıyla birlikte dağılıp gidiyordu.  Cebinden ufak kahverengi defterini çıkarıp aklına gelen birkaç satırı not etti. Yazmaya başlamıştı bu aralar. Aynalardan nefret ederdi, resimlerden de. Gerekmedikçe resim çektirmez, vesikalık resimlerde ise sahte bir gülümsemeyle bakardı objektife. Tipiyle ilgili bir sorunu yoktu, yada aşağılık kompleksi. Sadece böyleydi. Saçının siyah, gözünün siyah olması kadar doğal bir olguydu. İnsan saçının neden kıvırcık yada neden siyah olduğunu düşünmüyorsa, bunu da düşünmemeli derdi soranlara. Kimse anlamazdı onu ama anlıyor taklidi yaparlardı. Bilselerdi ne kadar bu soruların beyhude olduğunu .

Bara girdiğinde içerisini beklediğinden daha az kalabalık buldu.  Sahnede akustik gitar çalan bir kız vardı ve B’nin dikkatini ilk çeken kızın sıkı göğüsleri olmuştu. Sesi barın içinde yankılanıyor, giriş kapısının yakınında ise uğultuya dönüşüyordu.  Barın ortasına doğru doğru yüründüğünde ise ses oldukça netleşiyordu.  Billur gibi berrak bir sesi vardı akustik gitarıyla şarkı söyleyen kız. Koyu kumral saçları akçaağaçtan yapılmış gitarının üzerinde sağa ve sola salınıyordu.  B’nin kumrallara karşı büyük bir zaafı vardı ve bu ayrıcalıkların arasında şarkı söyleyen ve yazar olanlar ise bambaşka bir yerde duruyordu.  Tam bu esnada sahnedeki kız  Joss Stone’dan “You had me” şarkısını çalmaya başladı. Sahnedeki kızın Joss Stone’a bu kadar benzediğini ilk o an fark etti. Dolgun dalgalı saçları ve oldukça şekilli yuvarlak bir burnu vardı. Her nefes alışı sonrası kuruyan dudaklarını diliyle ıslatıyordu.  Hoş bir tiki var diye düşündü B, bara doğru yaklaşıp kendine bir kahveli bira söylerken.  Bira içilebilecek derecede soğuktu. Elinde tuttuğu bira ne kadar soğuk olursa kahve tadı o kadar belirgin oluyordu ve ısınınca hiçbir halta yaramıyordu. Küçük şişede yapmalarının sebebi bu olsa diye düşündü B büyük bir yudumu ağzında yuvarlarken.

“ Fincanda içseydin daha çok kahve kokardı herhalde”
B oturduğu bar taburesinden başını çevirmeyerek ; “ Alkollüsü de fena değil.” Diye cevapladı. Kadın sesi  vazgeçmedi.
“Tadı güzel mi bari?” diye sordu.
“Fena değil, denemek ister misin?” dedi ve kadına doğru dönerek elindeki siyah bira dolu şişeyi uzattı. Kadın 1.70 boylarında ince belli kısa küt saçlı bir kumraldı. B kadının saç kesimini beğendi. Arka taraftan kısa başlayan saçları öne doğru katlanarak uzuyor, saçının ön tarafı ise çenesini hafifçe geçiyordu.
“Kahveyi pek sevmem.” dedi  kadın.
“Bu şehirde herkes kahveyi sever ama.”
“Ben bir istisnayım demek ki.”  Diye cevapladı kadın birayı eliyle öne doğru uzatarak “Daha sert bir şeyler içelim.” dedi, ardından barmene bir el işareti yaptı. 
“ Seni baştan uyarayım, içkiye karşı zaafım var ve uyarayım benden faydalanmanı istemiyorum.” Dedi B ufak ama alaycı bir gülümsemeyle.
“Korkma canını yakmamaya çalışırım.” dedi kadın aynı şekilde karşılık vererek. “Adın ne senin?”
“F” diye cevapladı B. İsminin F yada B olmasının bu kadın için hiçbir önemi yoktu. Kadın tek gecelik bir macera arıyordu ve maceralar anlatıldığında isimlerden değil yaşanılanlardan bahsedilirdi.
“Ne iş yaparsın sen F?”
“Yazarım, öykü ve arada sırada birkaç deneme.”
“Kitabın var mı ?”
“Hayır ama şu an başyapıtım üzerinde çalışıyorum.”
“Burada mı?” diye sordu kadın.
“İlhamın ve yaratıcı düşüncenin nerede geleceği hiç belli olmaz. Bu arada insanlar seni nasıl çağırıyor? Bir adın var değil mi?”
“ Adım Y ve insanlar beni böyle çağırır.”
“Hatırlamaya çalışırım adını.”
B önüne gelen sodalı  viskiyi fondip yapıp boş bardağı bar masasının üzerine bıraktı. Garson yenisi isteyip istemediğini sorduğunda ise elinin tersiyle istemediğini işaret etti.
“Kadınlara karşı hep bu kadar ilgisiz misin? Yoksa sorun benimle mi ilgili?” diye sordu F.
“ Gitar çalan kızı görüyor musun? Yaptığı işe ruhunu veriyor, tutkuyla söylüyor. Anlatacak o kadar çok şeyi var ki, her şarkı bir hikaye, her hikaye ise bir şarkı. Yaşanmışlıkları ise oktavı ne azalan ne de kalınlaşan bir ses gibi, uzayıp gidiyor.  Senin vücudun dışında bana önerebilecek neyin var ?” dedi B.
F karşısındaki bu adamın küstah davranışları karşısında hem sinirlenmiş hem de tahrik olmuştu. Reddedilmek kadın ruhunu ve arzusunu kamçılıyordu.
“Bu gece hikayemi dinle. Yarın yazılmaya değer olup olmadığına karar  verirsin?”
“Olmaz.” Dedi B, kadının saçlarının ucunu okşayarak.
“Neden?” diye sordu F.
“Bir ömür boyunca yazabileceğim kadar çok hikayem var.” Dedi B.
“Kim bu şanslı kadın?”
“Resimlere geçmişini sığdırmaya çalışan bir kadın.”
“Resimlere mi?”
“Resimlere.”
“Adı ne peki?”
“Adının bir önemi var mı sence? Ama çok merak ediyorsan onun adı E.”
“Kimseyi umursamıyorum.” Dedi Y. “Bu gece benim ol, ömrünün geri kalanında onun olursun.”
“Anlamıyorsun değil mi?” dedi B. “Bir yazar öyküsüne aşıksa onu yarım bırakıp gidemez.”
“Ama seni yarım bırakıp gidenler oldu.”
“Evet oldu.” Dedi B.
“Canın yandı mı çok?”
“Hem de çok.”
“Ya öyküsünü yazmanı istemezse E. Beni reddetiğin için pişman olmaz mısın?”
“ Günün birinde istemezse yarım öyküleri olan bir yazar olurum ve ikinci el yazarlar piyasasında bir artık olurum.”
“Saçma bu”
“Bencede” dedi B. “Ama E olmasaydı daha saçma bir hayatım olurdu.”
“Her kadın eninde sonunda yaşlanır. Çirkinleşir.” dedi Y.
“Öykü kahramanları asla yaşlanmazlar.” Dedi B “ O yüzden gitse bile E hep öykülerimde benimle kalacak.”
“Sen bir zavallısın” dedi Y.
“Aşık insanlara öyle derler.”
Y arkasını dönüp bardan çıkarken B, yeni öyküsü için aradığı ilhamı bulmuştu. Cebinden kağıdını çıkarıp karalamaya başladı.

Keyfi yerindeydi ve öyküsünü yazarken daha mutlu olmak için dileyebileceği tek şey, günün birinde E’nin binlerce pikselden ve renkten oluşan hikayelerinin baş kahramanı olmaktı.