11 Aralık 2013 Çarşamba

BÖLÜM 3: MERAKLAR VE GİYSİLER ÜZERİNE




 İnsanoğlunu hayatta tutan, ileri gitmesini sağlayan şey meraktır. İnsanların ateşten önce ilk icat ettikleri şey soru sormaktı. Muhtemelen konuşmayı becerebilen ilk insanın ağzından çıkan ilk kelime "merhaba" değil "neden" sorusu olmuştur ve bu soruyu sorabilen ilk kişide bence ateşi bulup diğerlerine hava atmıştır. Tarihin derin tünellerine girip çıkılırsa dünyanın öbür ucunda birinin yaktığı ateşin gölgesinin bizim hayatlarımıza "merak" olarak düştüğü rahatlıkla görülebilir.

İlişkiler merak etmekle başlar. Birini beğenirsiniz. Özel biri olmasına gerek yoktur. Bazen sadece yoldan geçen birisidir. Bazen sigara içişini beğendiğiniz birinin kim olduğunu merak edersiniz, hangi marka sigara kullandığını, sabahları uyandığında ilk ne yaptığını. Bazen ses tonunu merak edersiniz. Bazense neden hep aksak ve ağır yürüdüğünü. Bazen bu soruların cevabını alır, bazense alamazsınız. Bazıları şanslıdır bu soruların cevaplarını bir ilişki yaşayarak alır, bazıları ise sadece kendi kendine konuşarak.

 Merakımız bu yüzden bize çoğu zaman küçük oyunlar oynar. Aşık olunan veya ilişki yaşanılan kişi ile ilgili merak edilen her ayrıntının kendi içimizde- kendi beklentilermizde-kendi yaşanmamışlıklarımızdaki karşılığını arar, itina ile bulur ve hoşlanılan kişinin oluşturduğu şablon üzerine yerleştiririz. Bir süre sonra tanınmak istenilen kişiye ait elimizde detaylı bir karakter analiz şablonu vardır. Bize göre sabahları uyandığında yataktan hemen kalkamaz. Biraz yatakta tatlı tatlı döner durur. Kahvaltı yapmadan, en azından birkça parça birşey atıştırmadan asla evden dışarı çıkmaz. Güne kahve içmeden asla başlamaz.  Midesi ile ilgili ufak sağlık sorunları olduğu için asitli yiyecekler yiyemez ve bu yüzden öğlen yemek düzenin asla bozmaz. Bu liste üst üste eklenen veriler ile dolur taşar bir süre sonra.

Daha karşıdaki kişi tanınmadan kendi gözlemlerimizden-çıkarımlarımızdan diktiğimiz bir şablon giysi vardır artık elimizde. Sırada bu giysiyi-kılıfı karşıda ilişki yaşanılan kişiye giydirmek kalır. Aslında "bir insanı tanıma" dediğimiz olay ölçülmeden dikilen bu giysinin sevgiliye uyup uymayacağı meselesinden ibarettir.
Bu yüzden ilişkilerin belirli dönüm noktaları vardır. İlk aylar hem karşılıklı tanışma,-hem ruhsal ve fiziksel merakların giderilmesi dönemi olsa da bu evrede her iki tarafta hafiften birbirinin tartmaya başlar. İlk altı ay bittiğinde karşı tarafa giydirilen giysiye bakılır ve giysinin karşı tarafın ruhunda herhangi bir tarafta potluk yapıp yapmadığı kontrol edilir. İlişkide ayrlığa giden yol ise bu giysinin ya dar gelip yırtılması yada bedeninin büyük gelmesinin anlaşılmasından sonra başlar.

Kumral saçlı  ve isminin "A" olduğunu öğrendiğim kadının kim olduğunu beş yıl boyunca merak etmiş ama merakımı doyurma şansını bir türlü bulamamıştım. Bu şansı bulduğumda ise uzun bir ilişkiden çıkmış bir enkaz halindeydim. Yukarıda anlattığım olayı birebir yaşamış ve bundan sonra doğmamış hiçbir çocuğa don biçmeme kararı almıştım. Yani bir başka deyişle ilişkilere, kadınlara tövbe etmiştim. Uzun bir süre kimsenin sorumluluğunu almayacak, arkadaşlarımla gezecek, içecek, bilmediğim kadınlara asılacak ama işi asla ciddi boyuta getirmeyecektim. Ama garip bir şekilde "A" ile tanışabilmiştim. İlk görüşmemizde üzerimden bir panda geçmiş gibi olmuştum. Oysaki buluşmaya gitmeden önce "Tanışırım ne olacak" diyordum "hem zaten benim gibi birini bir kadın nasıl şaşırtabilirdi ki? Değil mi? Hem ne kadar farklı olabilirdi ki". Hayatta büyük konuşmamak gerekiyormuş. Hayat kendine has ince ve zekice yollarıyla bunu bize her fırsatta hatırlatıyor. A konuşmaya başladığında, kelimelerini seçebildiğim ilk o anda daha önce böyle bir kadınla tanışmadığımı farketmiştim. Herşeyi kendine özgü insanlardan biriydi A. Daha önce tanıdığım hiçbir kadına benzemiyordu yada benzetemiyordum. Yaratıcılığımla övünen ben bile böyle bir kadın çizemezdim yazılarımda diye düşünmüştüm günün sonunda. İlk buluşmadan sonra kendi kendime ördüğüm savunma duvarlarımın hafiften çatladığını, kenarlarından su sızdırdığını farketmiştim. A bir nehirdi ve elimden gelen tek şey özgür ve güçlü bir nehire, ince ve cılız bir duvarla karşı koymaya çalışmaktan ibaretti.
 
 O kadar üzüldükten ve yıprandıktan sonra tekrar aşık olamam diyen ben adeta kendi kendime ne kadar yanıldığımı itiraf etmekten kaçıyordum. Bu arada "A" ile mailleşiyor ve birbirimizin gününün nasıl geçtiğinden haberdar oluyorduk. Bir yandan A ile mailleşirken görüşmek için ufak fırsatlar yaratmaya çalışıyordum.

A ile ikinci kere buluşmamız gene Starbucksdaydı. Bu sefer erken gelmiş, içeride,  kapının kenarındaki masalardan birine oturmuştum. Ben oturduktan iki-üç dakika sonra kapının önünde belirmişti. Geldiğinde telefonla konuştuğu için hemen içeri girmemiş, dışarıda konuşmaya devam etmişti. Bu sırada göz ucuyla A'yı süzmüştüm. Gözünde güneş gözlükleri vardı. Saçlarını her iki yandan ufak  bir tutamını  örmüştü. Saçları hafiften omuzlarına düşüyordu. Siyah ve uzun montunun önü açıktı, üzerinde mavi hafif dökümlü bir kazak giymişti. Ona bakınca gökyüzüne bakıyor gibi olmuştum bir an için. Beş yıl sonra "A" ile tanışmak benim için hayal ve gerçek arasında gidip gelen birşeydi. Beş yılın verdiği merak duygusuyla mı onunla görüşüyordum yoksa gerçekten hoşlandığım için mi. Döndüm, önümdeki kahvemden bir yudum aldıktan sonra tekrar A'ya doğru baktım, tekrar gökyüzünü gördüm.

Tao inanışına göre hayatımız, uzaklarda bir yerlerde ağacın altında uyuyakalmış yaşlı bir adamın rüyasından ibarettir. Bu yüzden yaşamın gerçek mi yoksa hayal mi olduğuna asla karar verilemez. Bu bağlamda büyük resmin tamamına bakıldığında hayatta gerçek sanılan çoğu şey hayal, hayal sanılan çoğu şey ise gerçek olabilir. Bu yüzden çekilen bütün acılar, yaşanılan bütün mutluluklar ve yenilgi ve zafer anları  menfidir.

A masaya oturduğunda aklımdan tam bunlar geçiyordu. A'ya tekrar baktım. Onun gerçek mi hayal mi olduğunu düşündüm. A'nın varlığı hayalse güzel bir hayal, gerçek ise sonsuz bir gerçekti. Sonra A telefonu masaya bırakırken sağ elini istemsiz olarak masaya doğru uzattı. Uzun güzel parmaklarına bakarken orada duran nişan yüzüğüne baktım. Hayat hem gerçek hem hayal olabiliyordu. Peki ya nişan yüzükleri ? 



17 Temmuz 2013 Çarşamba

BÖLÜM 2: KURABİYELER ÜZERİNE





Bir hayalet olmanın en önemli kuralı görünmez olmaktır. Hayalet hayal etmek kelimesinden türemiştir. Belki de hayaletlerin gerçek dünya koşullarına ayak uyduramayıp, peri masallarının ardına saklanmaları bu yüzdendir. Masallar hayal etmek içindir, küçük çocuklara hayal etmeyi öğretirler. Hayal(et)leri herkes göremez. Hayal(et)leri gün ışığına çıkaramazsınız. Fotoğraflarını çekemezsiniz.  Sadece anlatılır durursun onları. Gerçeklikleri hep bir olasılık olarak kalır. Ne eksik ne fazla.  İnsan yalnız kaldıktan bir süre sonra hayaletleri görmeye başlıyor. Etrafında gerçekleri sorgulayacak kimse olmadığında hayal(et)ler ortaya çıkar. Biri gelip senden habersiz odanın ışığını açmadığı sürece orada kalır hayal(et)ler. Hayal etmeye gerçekten başlayabilmek için hayaletleri görebilmek gerekir. Hayatta her şeyin dibine vurmalıdır insan çocuk kalabilmek için.
Sanırım benim dibe vurma sürecim “A”’yı tanımadan önceki zamanlarımdı. Çoğu zaman dibe vurmak için sizin bir şey yapmanıza gerek yoktur. Koşullar, kişiler ve olaylar o kadar kusursuz bir şekilde gelir sizi bulur ki, sobelenmekten başka şansınız kalmaz. Tekrar ayağa kalktığınızda hayal etmeyi baştan öğrenmeniz gerekmektedir.  Hayal etmeyi öğrenmek için hayaletlerle dans edebilmelisiniz. Hayal(et)lerle dansımı bitirdiğimde yanımda “A”’yı buldum. “A” ile hayal etmeyi öğrendim tekrar. Uzakdoğuda bir inanışa göre güzel bir hayal kurduğunuzda gerçekleşmesi için içerisine hayalinizi kattığınız kurabiyeleri yapıp insanlara ikram etmeniz gerekmektedir. Bir insan en çok bir ilişki içerisindeyken hayal kurar. Aslında bir ilişkiyi yaşamak kurabiye yapmaya çok benzer.  İçine sevginizi katmazsanız tadı tuzu olmaz, damağınıza yapışır kalır kurabiye. Hem kurabiye hamurdan yapılır. Hamur ilk başlarda yumuşaktır, hamurun elleri senin ellerine değdiğinde kendini koşulsuz sana bırakır. Sevgide bir hamur gibidir, içine kendinden bir şeyler kattığın sürece istediğin şekli verebilirsin. Eğer yorulur ve hamurun ellerini bırakırsan, hamur bir süre sonra katılaşır, kuruk ve çürür. İnsanlarda çürüyor aslında. İnsanların vicdanları da, kalpleride sevgisiz kalınca çürüyor, katılaşıyor. İşte “A” ile tanışmam kalbimin katılaştığı bir zaman dilimine denk geliyordu. Hayatımda gene hata üstüne hata yaptığım bir dönemdi. Kurabiyenin kıvamını tutturamamıştım ve bu nedenle kalbim kuruyup, katılaşmıştı. Hangi malzemeden çaldığımı düşünüyordum sürekli. Ama cevabı bulamıyordum.  Herşeye ve herkese karşı büyük bir kayıtsızlık durumu vardı. Yılbaşına yalnız girmiştim, aynı gün Almanya bursunu kazandığımı öğrenmiştim. Sevinemiyordum.  Hayat ufak ve tatsız sürprizlerle üzerime gelirken 15 Ocak gecesi gelmişti. Ansızın bastıran yumuşak bir kar gibi kalbime yağmıştı kumral saçlı kızın fikri. Bir yıl önce bir yaz günü kumral saçlı kızın hangi bölümde çalıştığını öğrenmiştim. Bütün bölümlerde tanıdığım olmasına rağmen o bölümde tanıdığım kimse yoktu. İşin kötü yanı bölüm internet sitesinde sadece asistanların isimleri vardı ve fotoğrafları yoktu. Bölüm sitesindeki bütün asistan profillerini sosyal paylaşım sitelerinde tek tek aramış fakat kumral saçlı kızın izine dahi rastlayamıştım. Kader yağmur sonrası ansızın açan güneş gibi kendini sona saklıyor sanırım. 15 Ocak gecesi kumral saçlı kızı düşündüm.  İçime çöreklenip katılaşan o hamurun yumuşadığını hissetim.  Bir sıcaklık geldi, içimde büyüdü ve orada sebepsiz takılı kaldı. Bütün yaşanılanlar bir ip yumağı misali geldi, boğazımı düğümledi.  Şansımı bir kere daha denemek üzere bölüm sitesini açtım, asistan sayfasına girdiğimde siteyi güncellediklerini ve  asistan profillerini eklediklerini gördüm. Kumral saçlı kızın adının “A”  olduğunu öğrenmiştim.  O an onun yüzüne her baktığımda ismiyle ilgili bir tahminim olmadığını fark ettim. O yüzden ismini öğrenmek bir hayal kırıklığı yaratmamıştı. Sitede “A”’nın mail adresi de vardı. Deli cesareti midir, patavatsızlık mıdır yada dengesizlik midir bilinmez 15 Ocak gecesi saat 01.29’da “A” ile tanışmak için yıllardır süren çabalarımı anlatan bir mail yazdım ve ikinci kere düşünmeden yolladım. En azından bir şeyleri bilmeye hakkı olduğunu düşünmüş olmalıyım. Sanırım o zamanlar gönderdiğim mail, ağzı kapalı bir şişeyle okyanusa bırakılan bir mesaj gibiydi. Sabah uyandığında ve ofise gelip elinde kahvesiyle güne başladığında “A”’nın kıyılarına vuran içi mesaj dolu bir şişe olsun istedim belki de.  Sabah bölüme geldiğimde mail kutumu açmaya korktum, Ama mesaj kutumda “A” nın yanıtı duruyordu.  Hayatımda tanımadığım bir insandan aldığım en içten maildi sanırım.  Dışarıda, şehrin üzerine asılı kalmış sevimsiz gri fonu aydınlatacak kadar büyük bir gülümseme yüzümde belirmişti.  İçimdeki katılığın birazda olsa yumuşadığını hissetim. Kahvemi yudumladım ve daha güzel olamayacak bir güne doğru ilerledim.

**

“A” ile ilk kez Beytepe’deki Starbucks’da yüz yüze görüşebilmiştik.  Konuşurken telaşlıydı, bazen kelimeleri yutuyordu. Genellikle benimle ilk kez tanışan insanlar çok hızlı konuştuğumdan ve beni takip edemediklerinden yakınırlar. Sanırım ilk kez bende birinin arada sırada ne dediğini anlayamıyordum. Ama kelimeler dilinin ucundan o kadar hoş bir tınıyla yayılıyordu ki her anlattığı masal gibi geliyordu. Etrafımdaki hayaletleri kovuyor, hayal etmeye teşvik ediyordu. Garip bir duyguydu, o konuşurken biraz hayranlık ve biraz merak dolu gözlerle onu izliyordum. Uzun ve güzel parmakları vardı. Konuşurken yüz hatları dans eden bir resim gibi değişiyordu.  “A” ile yıllardır tanışmaya çalışıyordum. Onlarca sonuçsuz girişimim, bir o kadarda düşünce aşamasında kalan girişim planlarım olmuştu. O kadar çok şeyim vardı ki “A” ya anlatacak. İlk kez tanıştığımızdan değil, sanki yıllardır birbirinin etrafında olan ama konuşmayan iki kişi gibiydik. Belki de birinin varlığından haberdar olmak bile insanı karşı tarafa bağlıyor, güvenmemizi sağlıyordu. Nereden başlayacağımı bilmiyordum.  Yıllarca süren bir maceranın en heyecanlı anı neresidir ki hem? Ben en heyecanlı anının şimdiki zaman olduğunu düşündüğüm için, hızlı çarpan kalbimin ritminin aksine ağır ağır konuşmaya başladım. Bıraksalar saatlerce orada kalabilecek gibiydim. Kahveyi yavaş yudumluyordum bu sebepten.  Otururken tezgahın önündeki vitrine baktım. Çikolatalı kurabiyeler dizilmişti tek tek. Kıvamını nasıl tutturuyorlar diye geçirdim içimden, sonra “A”’ya baktım, cevabı bulmuştum.


                                                          17 Temmuz 2013, Karlsruhe

23 Haziran 2013 Pazar

BÖLÜM 1- BİR SON, BİR BAŞLANGIÇ





BÖLÜM 1

BİR SON,  BİR BAŞLANGIÇ

             Hiç yolda yürürken gördüğünüz bir kişinin  zihninizin yarattığı bir hayal ürünü olduğunu düşündüz mü ? Hani bazen bazı detaylar vardır, herkes görmez, göremez ama siz farkedersiniz. Bina duvarındaki ufak çatlaklar gibi, bazı insanlar görmez, bazıları ise görür ama umursamaz. Gazetelerin pazar eklerindeki  şaşı bak şaşır görselleri
gibi, saatlerce gözlerini tek bir noktaya diker, öyle aval aval bakar, hiçbirşey göremezsiniz.Kimileri ayrıntıların da hayal ürünü olduğunu iddai eder. Ama bana göre hayatı anlamlı kılan ayrıntılardır. Ayrıntıların pas geçildiği bir hayat eksik bir yap-boz gibidir.  Bu yüzden 2008'de gözüme çarpan ve hayatımı değiştiren o ayrıntıyı anlatırken bile gerçekliğinden hala şüphe ediyorum. Birşeyin gerçek olması için ikinci bir kişinin ortaklığı gerekir. İnsan kendi gördüklerine inanmaz çoğu zaman. ve aynı sebepten doğası gereği onaylanmayı bekler. Bu sebepten ötürü bizi şaşırtan bir olayla karşılaştığımıza verdiğimiz ilk tepki " gördünüz mü?" olur. Bu yüzden geceleri gördüğümüz rüyaların çoğunu sabah uyanınca hatırlamayız. Rüyalarımızda yalnızızdır ve rüyalarımızda gerçekliğe şahitlik edecek ikinci bir kişi yoktur.
            Hayatımdaki en güzel ayrıntıyı 2008 yılında Beytepe kampüsünde öylesine yürürken yakaladım. Kendiliğinden gelen bir bilinçlenme durumu gibiydi. Bölümden çıkmış arkdaşlarımla aşağıya doğru yürürken  kumral bir kadın yanımdan yürüyüp geçti. O anla ilgili  net olarak hatırladıgım iki şey yıldız amfinin yanındaki ağaçtan düşen kırmızı çiçekler görüntüsü ve taze kesilmiş çim kokusu. Gündüz görülen rüyalara inanmıyor olmama rağmen kendimi çimçiklemiş ve ayakta uyuyup uyumadıgımı sorgulama ihtiyacı hissetmiştim. Bir süre sonra kumral kadın görüş alanımdan çıkıp kampüs kalabalıgının arasına karısmıstı. Sonra nedense yanımda birilerinin varlığını duyumsamayı istedim. Ana caddede karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir yaban tavşanı görmüş kadar irkilmiştim ve yanımdakilere "gördünüz mü?" diye sormaya çalıştığımda arkadaşlarımın çok gerisinde kaldığımı farkettim. . Hepsi köşe başındaki Zeki Kırtasiyenin önüne gelmiş, çantalarından notları çıkarmış ve fotokopi çekecek notları ayıklamaya çalışıyorlardı. "Bana da çektirin!" diye bağırdım her adımımda tekrar tekrar arkaya, kumral kızı tekrar görmek için bakarak. "Hangi notu çektirdiğimizi biliyor musun da istiyorsun?" diye sordu Deniz. "Bilmem, kesin işime yarar" diye yanıtladım, sonra Deniz'in yanına yaklaşıp, "biraz önce yanınızdan geçen kumral kızı gördün mü?" diye sordum. "Yoo, görmedim." dedi Deniz, "hem onlarca kumral kız var, istersen başını kaldır bir etrafa bak" dedi. Haklıydı, başımı kaldırdığımda etrafta onlarca kumral kızın ellerinde defterler, omuzlarında çantalar ile aceleyle etrafta koşuşturduklarını gördüm. Konunun üzerine çok gitmemeye karar vererek, meraklı sorularımı kendime sakladım ve ders notu ayıklama işlemine yardım etmeye başladım. 
     2009 yılının bahar dönemi oldukça yoğun ve yorucu geçiyordu. Son sınıf olmuştum. Bitmeyen laboratuvar sözlülerine çalışmaktan, rapor yazmaktan kendimi unutacak kadar yoruluyordum bazen. Öyle arka arkaya sıralanmış sınav tarihleri vardı ki, rapor yazmadıgım gunler ya sınavlara calısıyor yada ertesi günün laboratuvar sözlüsü için not çıkarıyor oluyordum. Tüm bu çilelere ve yorucu tempoya son sınıf oldugum için katlanıyordum. Böyle yorgun oldugum anlarda zihnim savunmasız düşüyor ve kendimi istemsiz bir şekilde 2008 sonbaharında karşılaştığım kumral kızın gerçekliğini sorgularken buluyordum. İnsanın kafasına takılan garip bir ayrıntı gibiydi, adeta resmin bütünü unutmuş ufak bir ayrıntıya takılıp kalmıştı. Kendime normal şartlar altında sormam gereken; "Kimdi? Adı neydi? Nerede yaşıyordu? Hangi bölümdeydi?" gibi soruları pas geçiyor ve sadece kumral kızın gerçekliğini sorguluyordum. Acaba tekrar karşılaşacak mıydık? diye sordum kendime en zayıf anımda, aynı rüya tekrar tekrar görülebilir mi ki hem? Kendi kendime bir daha ki sefere gidip tanışacağım diye söz verdim. Sesini duyarsam belki elimde gerçekliğe dair bir kanıt olur diye düşünmüştüm. Ama o dönemin sonuna kadar kumral saçlı kız ile bir daha karşılaşamadık. ve tekrar edilmeyen her ayrıntı gibi kumra kızın ayrıntısı da hafızamdan bir süre sonra silindi gitti.
            Kumral saçlı kız ile bir sonraki karşılaşmamış 2009 sonbaharında oldu. Öğrenci belgesi almak üzere Fen Bilimleri Enstitüsne gelmiştim. Koridor boyunca yürüdükten sonra  öğrenci işlerinin önüne geldiğimde kumral kızın orada elinde bir takım kağıtla beklediğini gördüm. Kahverengi tonlarında giyinmişti. Ayağında süt kahvesi pantolonuna uygun bir babet giymişti. Babetlerden nefret etmeme rağmen ilk kez bir babet giyen kıza esefle bakmamıştım. Sonra bir an gerçeklik duygusu etrafımı sardı. İlk karşılaşmamız sonrasında kendime verdiğim sözü hatırladım. Onunla tanışmalıydım. Ama birden elim ayağım kesildi. Ağzımın içinin kuruduğunu hissetim. Sanki dilim hareket yetisini yitirmişti. Konuşmaya çalışssam, dilimin ucundan, ansızın yere düşen bir makyaj çantası gibi, anlamsız kelime yığını dökülecek gibiydi. Bu tereddüdüm sürerken kumral kız arkasını döndü ve bir süre göz göze geldik. Varlığımdan haberdar değil gibiydi, ama olur da bir daha karşılaşamazsak diye yüzününü bütün ayrıntılarını aklıma kazımaya çalışıyordum. Hayallerin ve gündüz görülen düşler sadece kaba bir siluettir oysa ki. Bense eğer yeterince dikkatli bakarsam kumral kızın yüzüne ait ayrıntıları fark edebileceğimi düşünüyordum. Böylelikle onun gündüz görülen bir düş olmadığını kendime ispatlamış olacaktım. Benim aklımdan bu düşünceler akıp giderken, düşüncelerim cılız bir dere kaçağı gibi zihnimden kaçıp kumral kızın ayağını ıslatmış olmalı ki bir an için göz göze geldik. "Şu çocukta öküz gibi bakıyor" demesin diye gözlerimi kaçırdım. Korkakça gibi görünen bir davranıştı ama yapmak zorundaydım. Bozuntuya vermeden öğrenci sekreterliğine doğru yürümeye başladım. Yürürken bakışlarım yere kilitlenmişti ama yanından geçerken başımı hafifçe kaldırıp onunla ilgili ufak da olsa bir ipucu yakalayabilmek umuduyla elinde tuttuğu kâğıtlara bakmaya çalıştım. Ama bir yandan yürürken, yan duran kağıtlara bakmak için her adımımda kafamı hafifçe sağa doğru eğiyordum.Ortaya mevcut durumdan daha da komik bir görüntü çıkmaması için kağıda bakmaktan vazgeçtim ve öğrenci işleri odasına girip, boş bulduğum koltuğa oturup sıramın gelmesini bekledim. Kumral kız hala odaya girmemişti, ben de biraz daha oyalanmak için sıramı benden sonra gelenlere veriyor, kendime zaman yaratmaya çalışıyordum. Arada sırada oturduğum yerden hafifçe kalkarak, kapının önünde hala bekleyip beklemediğine bakıyordum. Odada ben hariç herkes işlerini halledip çıkınca, görevli memur "sizin ne vardı hocam?" diye seslendi. Komik bir şekilde soruyu üzerime alınmayıp, benden başka kimse olmadığı odada ikinci bir kişiyi aradı gözlerim. Sonra elimde tuttuğum banka dekontunu memura uzatıp, öğrenci belgesini aldım ve deftere imza attıktan sonra odadan dışarıya çıktım. Kumral kız gitmişti. Başka odalara girmiş olma ihtimaline karşı enstitü koridoru boyunca yürüyerek çaktırmadan odaların içine baktım ama göremedim. Her ne kadar bir fırsat denilebilse de bu elimden kaçan ilk fırsattı. Bu sevgili "A"'nın varlığının gerçek olduğunu anladığım ilk andı ve yaşanılan her ilk deneyim gibi, heyecan verici, baş döndürücü ve sarhoş ediciydi.
Tıpkı sonu güzel biten filmler gibi, sonu güzel biten olaylarda da kurgu sırası baştan sona doğru değil, sondan başa doğru ilerler. Biten bir filmi sondan başa sarmak gibidir bazen yaşamak. Gördüğün onlarca insanı tekrar görür, önünde beklediğin otobüs duraklarında tekrar bekler, tekrar aşık olur, kazanır, kaybeder ve tekrar kazanırsın. Ama hayat denilen büyük tablodaki en çarpıcı ayrıntı aşktır ve o tablonun içindeki saklı aynada kendi yansımanı görebiliyorsan, kazanmışsın demektir. Buraya kadar anlattıklarım hikayenin sonuydu. Hikayenin sonunu burada noktalıyor ve geriye kalanları ilerleyen bölümlerde anlatmayı seçiyorum.
Ve bir yerlerden bu yazıyı okuyorsan

 Sevgili “A”

 Yaşam denilen bu yolculuğum sırasında senin varlığının bir düş olduğunu farkedebilir ve sabah uyandığımda geceden kalma bu güzel düşü unutabilirim. Ama ne olursa olsun içimde hep senden bir parça kalacak.
Seni unutabilirim ama hiç bir şey seni benim içimden söküp atamaz. 


                                                                                                                                       
                                                                        22-23 Haziran 2013, Karlsruhe





21 Nisan 2013 Pazar

Bu bir durum hikayesi değildir

"Birşeyler yazsana hadi" dedi

"Ne yazayım." dedim.

"Ne istersen onu yaz."

"İyide birşey yazmak istemiyorum ki" dedim kumral saçlı kıza.

"Ne demeye sabahtan beri kağıt kalem elinde o zaman." dedi içkisinden büyükçe bir yudum aldıktan sonra.

"Öyle aklıma birşeyler gelir diye almıştım ama nafile. Bu gece vişne-votka ikilisi bile bana yardımcı olmuyor."

"İlham perilerine birisi tecavüz etmiştir belki." dedi, gülümsedim. "Hiç gülme" dedi bana bakarak. "Baksana etrafına, insanlar kime neye tecavüz edeceğini şaşırdı."

"Sanmıyorum" dedim hafif ciddi bir tonda. Sesime yerleşen bu ciddi ton sohbetten hoşlandığımı fakat bunu karşı tarafa çakırmak istemediğimi söylüyordu. Etrafıma baktım.Düşüncelerim dört duvar arasında sıkışmıştı.

"Jager-enerji denedin mi hiç?" diye sordu kumral saçlı kız, ardından barmene işaret etti masayı. İçkiyi alıp karşımdaki boş sandalyeye oturdu. "Hayatını nasıl kazanıyorsun?"

"Filmlerde kıçı yanarak nehre atlayan adam benim." dedim "Üçüncü sınıf komedi filmleri için figüranlık yapyıorum".

"Senden figüran falan olmaz." dedi başını hafifçe yukarı doğru kaldırarak. "Çok çabuk değişebilen bir surat ifaden yok."

"Allahta beni böyle yaratmış, eldeki mal bu." dedim. Gülümsedi ve sandalyesini masaya biraz daha yaklaştırdı. Jager bardağını havaya kaldırarak kadehime vurdu. İçtik. İçerek unutacağız sandık. Yanılsamalara o kadar alışmıştık ki, ikimizde üç maymunu oynadık. O duymuyordu, ben görmüyordum ve birileri de bilmiyordu.

 Saçlarının ön tarafıyla  oynarken "Yazılarını okumak isterim." dedi. "Olur" dedim yanımdaki sandalyede duran çantama uzanarak kırmızı dosyayı çıkardım. İçerisinden bir öyküyü öylesine seçtim ona uzattım.

"Adını söylemedin." dedim.

"Gereği var mı?" dedi.  "Unutacağın bir adı öğrenmenin gereği yok.Günün birinde senin için bir anlamım olursa, ismimi de sen koyarsın. Ama genede istersen bana "A" diye seslenebilirsin."

"Bana tek bir isimden fazlasını mı vaadediyorsun." diye sordum.

"Evet" dedi "becerebilirsen tabii."

"Beceriksizim ben. Islık bile çalamam hem."

"Islık çalamayan erkek mi olur?" dedi gülerek. "Bak ben bile çalabiliyorum." İki parmağını ufak fakat şekill dudakarının arasına alarak nefes verdi. Bar boştu ve ses içeride yankılandı. Barmen barın arkasından çıkıp "Ne istemiştiniz?" dedi. "Yok bir şey" dedim.

 Barmen barın arka tarafına gittikten sonra kalan votkadan bir yudum aldım. Bazen yalnızlığı seviyordu insan. Kalabalık içinde tek başına varolduğunu hatırlamak. Gariptir A'nın yanında yalnızlığımı tehdit altında hissetmemiştim.

"Sen ne iş yaparsın?" diye sordum. "A" bardağın dibindeki jelibonu pipeti ile yukarıya çıkarmaya çalışıyordu. 


"Anket yönlendiricisiyim ben." dedi. Afallamış bir şekilde dönüp  A'ya baktım.

"Şöyle anlatayım." diye söze başladı A, "Anket yapan şirketler artık sosyal medyadan besleniyor. Artık kimse sokakta anket yapmak için uğraşmıyor, çünkü artık kimse sokakta konuşmuyor. Bu yüzden şirketler netten izlenen videolar ve sayfalar açılmadan önce tek soruluk anketler bırakıyorlar. Ankete verdiğin cevaba göre ise bir sonraki sayfada sana uygun reklamlar çıkıyor.

"Nasıl yani?"

"Şöyle, ankette genellikle üç soru bulunuyor. Birincisi cinsiyetin, ikincisi ise yaş aralığın. Bu sorulara cevap verdikten sonra ise üçüncü, asıl anket sorusu geliyor. Bir örnek vereyim hemen şimdi,
 "Medeni haliniz nedir?"

Sorunun cevabına göre bir sonraki sayfada çıkan reklam değişiyor. Pazarlanan ürün dağılımı ve türü verilen cevaba göre değişiyor.

"Akıllıca bir pazarlama stratejiymiş." dedim. "Ama benim hala cevaplanmamış bir sorum var. Senin yaptığın şey nedir?"

A, dünyanın sahibiymiş gibi içkisinden büyük bir yudum aldı, tadına vardıktan sonra konuşmaya başladı:

" Modern dünyanın kurulmasından beri hırsızlık suç sayılıyor, biliyorsun. Robin Hood zenginden çalar, fakire verirdi. Ama bu çok uzun zaman önceydi. O kadar eski bir zamanda kaldı ki gerçek, efsaneye, efsane ise neredeyse unutulmuş bir masala dönüştü. Ben ne yapıyorum sorusuna gelince, zenginden alıp fakire dağıtmıyorum. Ama zenginin daha zengin olmasını engelliyorum."

"Maaşını kim ödüyor senin?" diye sordum.

"Rakip firmalar" diye geçiştirdi.

"Evet gerçekten Robin Hoodmuşsun" dedim " kıçımın Robin Hood'u". Başım ile duvarın deseneni incelerken bıyık altından gülmeye başladım ve ardından 

" Eğer çocukken Robin Hood anlatıları ile büyümeseydim, adalete olan inancım çok önce yok olurdu." dedim.

"Hala adalete inancın var mı?" diye sordu A. Soru sormaktan zevk aldığı her halinden belli oluyordu.

"Hala" diye cevapladım, "Hala" kelimesi dilimden pişmanlık dolu bir sesle çıkmıştı. "Ama bu aralar, insanların yaptıklarının yanlarına kaldığını düşünüyorum." dedim. "Aksi taktirde sokaklar bu kadar mutlu ve hayatından memnun insanlarla dolu olmazdı."

A, durdu, düşündü ve "Hayatta öngörülemeyen şeyler vardır." dedi. "Şu an mutfak zemininde yürümekte olan bir karıncanın istediği şeyi istiyorsun."

"Karıncalar ne ister ki?"

"Karıncalar yürüdükleri mutfak zemininde  bir fayans sonrasını görmek isterler. Sen görebilir misin bir fayans sonrasını?"

Açıkcası A'nın bana ilkokul düzeyinde bir soru sorması beni şaşırtmıştı. Hem ne oluyordu. Bu masada soruları ben sorardım.

"Görebilirm elbette." dedim.

"Ama sen Tanrının gözünde ufak bir karıncasın." dedi A. "Bir fayans sonra ne olacağını bilemezsin."

"Bir sonraki fayansta adalet vardır belki." dedim.

"Bir sonraki fayansta karınca ayağını burkuyordur belki" dedi A.


Dünyaya bizim baktığımız pencereden bakmıyordu A. Tanrı ile bu kadar barışık olması beni şaşırtmıştı. Yüzünde, gözlerinin içinde "durgun bir savaş" vardı. Gizlenmiş bir hüzün. Arkasında sürüklediği haksızlıklar ve pişmanlıklar birikmişti göz altlarına .

"Gerçekten anket yönlendiricisi misin?" diye sordum "sobe" demeden.

"Sende gerçekten Filmlerde kıçı yanarak nehre atlayan adam mısın?" diye sordu A.

"En azından kıçımın yandığı kısmı doğru" dedim. Gülümsedik karşılıklı. Gülümsememiz bir ömür boyu sürebilecek kadar uzundu. İkimizde gülümsemenin aşk gibi, arkadaşlık gibi çift taraflı birşey olduğunu biliyorduk. Yalnız insan gülümseyemez, her gülümseme bir ortaklık gerektirir ve her gülümsemede ikinci bir kişinin parmağı vardır. Sonra durdu, bardaktan bir yudum aldı. Güneş gözlüğünü masanın kenarına koyarak:

"Birşeyler yazsana hadi" dedi

"Ne yazayım." dedim.

"Anlattıklarımı yaz" dedi. Bende yazdım.










1 Nisan 2013 Pazartesi

Kum Saatleri Üzerine





 İnsanın yalnız ve yalınayak anlayabildiği gerçekler vardır.

Bu yüzden deniz kıyısında buluruz kendimizi çoğu zaman.  Ayaklarımız yalınayak yere basarken, sonsuz gibi görünen maviliğe bakarız. Kum taneleri parmaklarımızın arasına kaçar, şikayet etmeyiz. Bu, yalnız ve yalınayak olmanın bedelidir. O an zamanın aktığını unutursun. İçindeki delilik su üstüne çıkar, dalgalar ile kıyıya vurur.

Hayatta tesadüflerin olmadığına inanırken, aldığın bütün malubiyetleri tesadüflere bağlarsın.
İnanmadığın şeyler seni daha az yaralar çünkü.
Kontrolü kaybetmeye başladığında kendine hatırlatmak istediğin şeyleri başka insanlara hatırlatırsın.
Bazen kendini durduramadığın noktada karşı tarafın seni durdurmasıın istersin.
Her zaman dilinden çıkan kelimeler ile hissettiklerin örtüşmez. Çünkü bilirsin, bazı güneşli günlerde bile yağmur yağabilir.

Sonra neden bilinmez eğilirsin dizlerini kırarak, avucunu kum taneleriyle doldurursun. İnsanoğlunun mu büyük yoksa kum tanelerinin mi çok küçük olduğunu düşünürsün. Başını kaldırdığında gece olmuştur artık. Gecenin siyah sayfasına yazılmış  cümleler  parlak beyaz noktalarla sonlandırılmıştır şimdi. Elinde kum taneleri ile zamanın anlamını yitirdiği boşluğa bakarsın ve yukarıdan, yeterine yukarıdan bakıldığında, biz insanlarında tıpkı kum taneleri gibi ufacık görünüp görünmediğini merak edersin.

Kum saatleri aklına gelir sonra.. Kum tanelerinin akışını düşünürsün. Zamanı somutlaştırmanın bu kadar basit olabileceği fikrini aklın almaz bir türlü. Zamandan açılmışken konu, bir saatin tik tak seslerini duyumsarsın. Saatine bakarsın, akrebin mi yelkovanı, yoksa yelkovanın mı akrebi kovaladığına karar veremezsin. Zamanın peşinden koşanların yaşadığı türden bir kararsızlıktır seninkisi. Ne akrebin ne de yelkovanın senden daha hızlı koşmaya çalışmadığı inancıdır.


Sonra kendini ve avucunun içinde tuttuğun kum taneleri aklına gelir. Tekrar başını kaldırıp gökyüzüne bakarsın ve oradan kum taneleri kadar küçük göründüğünü hatırlarsın. Birileri seni ve diğerlerini (kum tanelerini) avucunun içine alır, inceler, tartar, süzer, biçer ve cam bir hücreye hapseder. Zamanı kaçırmışlık duygusu seni alır, götürür. Bütün güzel yemekler senden önce tadılmış, bütün anlamlı şarkılar senden önce bestelenmiş, bütün güzel kadınlar seni tanımadan başkalarına aşık olmuş ve bütün güzel sözler senden önce söylenmiştir.

Şimdi ayakların ile odanın zeminine yalın ayak basıyorsun. İçerisi hafif karanlık. Sokak lambalarının ışıkları pencereden içeriye kaçmış, duvarın üzerinde geziniyor. Onlarda yalınayak. Hapsedildiğin kum saati içerisinde bir o yana bir bu yana akıp gidiyorsun. Zaman akıp giderken söylenmemiş sözler kalıyor  dilinin ucunda.


Tutsaklığın dünün, bugünün ve yarının nezaretinde devam ediyor.

Yaşlı bir kum tanesiyle tanışıyorsın tutsaklığında. Hep böyle olur. Bir kum tanesi bile olsan, her zaman senden daha yaşlı ve tecrübeli bir kum tanesi vardır. Kum tanesinin saçlarına aklar düşmüştür. Kum tanesi seni yanına çeker, gel der otur şöyle.

Bak evlat der "Zamanı durdurmadan buradan kaçamazsın". Gün ışığına çıkmaması gereken bir sırrı ifşa edercesine  " Zamanı durduracak diğer kum tanesini bulman lazım" der kulağına doğru fısıldayarak.

"Ama gel gelelim o kum tanesini arayarak bulamazsın. O da seni arayarak bulamaz. Doğru zamanda doğru yerde olmanız lazım ki bu da biz kum taneleri için imkansız" der. "Vazgeç bu sevdadan"


Vazgeçmezsin. Vazgeçmeyi bir seçenek olarak görmediğin için. Doğru yerde doğru zamanda karşılaşmak için plan yaparsın ama planların tutmaz. Prangaların ve zamanın ağırlığını hissedersin üzerinde. Omuzlarına mütemadiyen geç kalmışlığın yükü abanır durur.

Günler geçer, mevsimler değişir. Karlar erir, ağaçlar çiçek açar, yürümeyi öğrenirsin, düşmeyi öğrenirsin. Seversin, sevilmezsin. Sevilirsin sevilmezsin. Düşersin ve tekrar ayağa kalkarsın.


Sonra "A" ile karşılaşırsın. Zaman durur. "A" kocaman bir gülümseme ile sana bakar. "A" sana bakarken hep gülümser.

Merhaba "A" dersin. 

"Şimdiye kadar karşılaşamadıysak birileri seni en değerli hazine sandıklarında saklamış olmalı"

31 Mart 2013 Pazar

Kusurlu Kusursuzluk



“Dear A,  at what speed should  i live  to  see you again ?”

            Bazı kelimeler, cümle içerisinde kullanıldığında anlam kazanır. Bazı cümleler ise onları heceleyen bir sese sahip olduğunda hayat bulur.  Bu yüzden  “A”nın dilinden düşen kelimelerin hepsi hayata dairdi ve hayat doluydu.
“A” kaldırım çizgilerine basarak yürürken biraz önceki cümleyi Türkçe düşünmeyi denedi. Ama anlamı havada asılı kaldı. Başka bir dilde söylenmiş bir cümlenin anlamı, bir başka dile geçildiğinde anlamsız ve karşılıksız kalıyordu.Sanki cümlenin etrafı ipek bir koza  ile çevrilmişti ve cümle, sadece yazıldığı dilde telafuz edilirse, başkalaşım geçirerek kanatları rengarenk olan bir kelebeğe dönüşebilecekti.
“A” adımlarını sıklaştırarak yürümeye devam etti. Yürürken cadde üzerindeki apartmanlara asılı ilanlara baktı. Yüzlerce dil kursu vardı.  Zihni bu savunmasız anını yakaladı ve ve Dünya üzerinde konuşulmakta olan 3500’e yakın dili düşündü. 3500 dilde söylenmiş ve birbirine çevrilemeyecek onlarca cümleyi düşündü.  Aynı anlamı ve aynı duyguyu başka dillerde veremeyecek onlarca cümle için yas tuttu.  
A hayatının büyük bir bölümünde kendini doğru şekilde anlatamama korkusuyla yaşamıştı. Sorun seçtiği kelimelerde, her bir duyguyu en ince ayrıntısına kadar belli eden mimiklerinde veya gülümsediğinde açan gamzelerinde değildi. Sorun düşündüğünde dudaklarını içeriye doğru hafifçe bükmesinde, bir soru sorduğunda başını hafifçe öne ve sağa doğru eğerek konuşmasında veya şaşırdığında gözlerini açarak gülümsemesinde hiç değildi. Sorun konuşurken  sıklıkla el hareketlerini kullanması ve parmaklarının ince, uzun ve şekilli olması değildi. Hatta baş parmağının, diğer parmaklarına kıyasla daha uzun olmasının da bununla hiç alakası yoktu.
Sorun insanoğlunun konuştuğu 3500 dilin hiçbirinin A’nın yüz hatları kadar zengin bir kelime dağarcığına sahip olmamasındaydı.  “A” kendini anlatmak istediğinde, kelamını anlatacak doğru “sözcüğün” icap edilmediğinden dem vuruyordu.
Yolda yürürken “A”’nın ayakkabı bağcığı açıldı. Hani olurdu ya, en sıkı bağladığınız bağcık hep çözülürdü. Yolun sağında veya solunda,  hep sizin yürüdüğünüz taraf kalabalık olurdu.  Yolda hızlı hızlı önüne bakmadan yürüyebilen onca insan varken hep sizin ayağınız takılır, tökezlerdiniz.
Bunları düşünürken rüzgar “A”nın yanaklarından aktı, kusursuz yüz hatlarının arasından esip özgürlüğüne kavuştu. 
“A”ya göre hayatta yaşanılan hiçbir şey tesadüf değildi.
Ve bu yüzden o akşamüstü kusursuzdu…