“My Dear
Find
what you love and let it kill you
Let it
drain you of your all. Let it cling onto your back
and
weigh you down into eventual nothingness
Let it
kill you and let it devour your remains.
For all
things will kill you, both slowly and
fastly,
but it’s much better to be killed by a lover
Falsely
yours “
Charles
Bukowski
Tutkuyla yapılan her şey mavi boşlukta silinmez bir iz
bırakıyor. Tatbikat tiyatro sahnesinde,
“Mezarsız Ölüler” oyununu izlerken aklımda geçenler kelimesi kelimesine tam
olarak buydu. Erdal Beşikçioğlu
oynuyordu oyunda, hayatını tutkusuna adamış bir oyuncu. Parasızlık çekmiş,
sıkıntı çekmiş ama ne olursa olsun tutkunun peşinden gitmiş bir insan. Sahnede
ona diğer oyuncular eşlik ediyordu. Behzat Ç.’de Behzat’ın kızını oynayan Ayça
işkence gören genç bir kızı canlandırıyor. Sahnede konuşurken vücudu titriyor,
sesi kırılıyor, ayakları kasılıyor. İşkencenin ne olduğunu iliklerinize kadar
hissediyorsunuz. Sizi kollarınızdan tutup adeta sarsıyor. Ayça’ya karşı büyük
bir hayranlık duyuyorum.
“Böyle bir kadının hayatımda olmasını çok isterdim.”
diyorum kendi kendime.
Koltuklarında oturan insanların çoğu aklından;
“Tiyatroda oynamam gerek.” diye geçiriyor. “Aslında yapmam
gereken şey bu.”
Ama hepimiz tutkularımızın peşinden gidebilecek kadar cesur
değiliz. Memur şehri Ankara’nın memur zihinli insanlarıyız. Bizler seyirci
koltuğunda güvenli bölgede kalmayı tercih eden güruhuz. Sahnedekilere imrenerek
bakıyoruz çünkü bizde olmayan her şey orada perdenin önünde mevcut; biraz
cesaret, biraz tutku.
Eskiyeni’de Yasmin Levy’yi izlerken de aynı şeyi düşünmüştüm.
Sahnede bir başınaydı. Uzun siyah saçlı kadının arka fonunda ne abartılı bir
sahne dekoru, ne abartılı bir sahne ışığı vardı. Billur gibi duru ve derin bir
sesle Katalanca aşk şarkıları söylüyordu. Şarkı aralarında bir sonraki şarkının
adıyla birlikte hikâyesini de anlatıyordu. Hikâyesi olan insanlar güzel
insanlardır. Hikâyesi olan şarkılar ise daha da güzeldir. Büyük bir tutkuyla şarkı söylüyordu Yasmin
Levy. İnsanı kendine hayran bırakan bir büyüsü vardı bu kadının. Bu kadar
içten, bu kadar tutkuyla söylenen aşk şarkılarının arkasındaki yaşanmışlıklar
ne olabilirdi ki? Bir aşkı bir şarkı yoluyla bu kadar derinden anlatmak için
kaç kere aşık olmak, kaç kere yenilmek, kaç kere aldatılmak, kaç kere
sevilmemek, kaç kere sevişmek ve kaç kere düşmek gerekirdi? Tutkusunun peşinden
giden her insanın ödediği bir bedel vardır derler. Aşk en büyük tutkudur. Bu
yüzden hep en büyük bedeli aşık insanlar öderler. Peki Yasmin Levy kaç kalp
kırıklığı yaşamıştı? Yasmin Levy’nin ödediği bedel neydi? Bu sorunun cevabını
magazin dergilerinde bulamazdınız. Bu
sorunun şayet bir cevabı varsa, o da bu soruyu soranın kalbinde yankılanan
seste gizlidir. Yasmin Levy, “Me Voy”’u söyledikten sonra arka sırada
duran müzisyenleri tanıttı ve son olarak klarnetçisine dönerek:
“ Bu şarkı aşık
olduğum adama, eşime.” dedi.
O
an hayatın garip bir algoritması olduğunu düşündüm. Yasmin Levy’nin sesine
karışan o hafif isyanla karışık aşk dolu ses gerçekten kimin için şarkı
söylüyordu? Şu an hayatında olan insan için mi? Yoksa geçmişte kalmış bütün
yaşanmışlıklar için mi? Belki de gelecekten gelecek biri için söyleniyordu
bütün o tutkulu şarkılar. O an bu sorunun cevabını veremedim. “Sezen Aksu” gibi sevmek diye bir deyiş vardı
lugatta. Bu yüzden günün birinde şarkı
söyleyen bir kadına aşık olmaktan çok korktum.
İnsanın başına hep korktuğu şeyler gelir. November Pub’da
takıldığımız o Cumartesi gecesi tanıştım Mavi ile. Müzisyendi Mavi. Billur
gibiydi sesi. Yıllardır Ankara’da çeşitli yerlerde grubuyla sahne alıyordu.
Ankara’nın küçük olması ve müzikle uğraşan her insanın dolaylı yoldan birbirini
tanıyor olması tanışıklığımızı pekiştiriyordu.
Kadınlarla tanışma konusunda hiçbir zaman başarılı olmamıştım. Her
seferinde ya karşıma çıkan kadınlar çok iyi kalpli oldukları için beni
terslememişler, ya da şansım yaver gitmiş, doğru zamanda doğru yerde doğru
şeyleri söyleyen insan olmuştum. Detaylara
dikkat eden ve duyduğu-okuduğu şeyleri kolay kolay unutmayan birisiydim. Mavi,
barın kenarında oturmuş elinde bira şişesiyle grup arkadaşlarının soundcheck’i
bitirmelerini bekliyordu. Saat November gibi bir mekan için daha erkendi ve
grubun sahne almasına daha bir saat vardı. Cesaretimi topladım, onun yanına,
araya bir tabure boşluk bırakarak oturdum. Barmenden 50’lik bomonti şişe istedim.
Dolaptan çıkarıp kayıtsız bir ifadeyle önüme bıraktı. Hafızama güvendiğimi
söylemiştim ve o an aklıma Mavi’nin eski grubuyla yaşadığı ve internette bir
forumda paylaştığı bir anı geldi. Ona doğru döndüm:
“Üç yıl önce bugün eski grubunla Eskişehir konserinden
dönüyordunuz.”
Mavi varlığımın farkına vararak yana doğru döndü,
“Efendim?” dedi. Hiç istifimi bozmadan anlatmaya devam ettim.
“Üç yıl önce bugün eski grubunla Eskişehir konserinden
dönüyordunuz. Bas gitaristinizin beyaz bir Golf’ü vardı. Beş kişiydiniz ve yolun ortasında benzin
deposunun kırmızı ışığı yandı. Herkes benzin almanız gerektiğini söylerken sen;
“kırmızı ışık yandıktan sonra seksen kilometre daha gider bu araba gençler,
rahat olun.” dedin.
Mavi’nin dudakları tanıdık birini görmüş gibi açılarak
kocaman bir gülümsemeyi betimledi.
“Sonra yaklaşık kırk kilometre sonra arabanın
benzini bitti ve yolda kaldınız.” dedim ikimizinde yüzünde biraz önce açan
gülümse tamamlanırken.
“Ben bile unutmuştum bunu. Sen nasıl
hatırladın bunu? Söyle hadi gruptan kim
senin arkadaşın?” dedi kocaman kocaman gülümserken.
“Kimse arkadaşım değil.” dedim “ Bende müzikle
uğraşıyorum ve aynı zamanda iyi bir müzik takipçisiyim. Beğendiğim grupların
forum sayfalarına bakarım.”
“Ama Ankara’ya geri dönebilmenize sevindim.” diye
ekledim.
“Ben Mavi.” dedi elini uzatırken, “Gerçi zaten
biliyorsundur.”
“Orada dur bakalım. Seninle kişisel
ilgilendiğimi kim söyledi, ben grubunla ilgileniyorum.” Dedim alaycı bir ses
tonuyla. Tabii haklısın dedi gülümserken.
“Ben B. Ama sen bana Özgün diyebilirsin.”
dedim.
Karşımda güzel,
akıllı ve yetenekli bir kadın vardı. Konservatuarı bitirdikten sonra
memleketine dönmemiş burada müzik kariyerine devam etmeye karar vermişti.
Herşey hakkında fikri vardı, kültürlüydü ve hoş sohbetti. İki kahve söyledik.
Ortak zevklerimiz vardı ve ikimizde güzel bir sohbetin tamamlayıcısının kahve
olduğunu biliyorduk. O, sahneye çıkana kadar ucu hayata dokunan herşeyden
konuştuk. O anlattı ben dinledim, ben anlattım o dinledi. Seslerimiz hava
boşluğunu doldurdu. Nefes almak için gereken sessizliği bile susturmuştuk
sohbetimizle.
Bahçeden içeriye
giren grup arkadaşları Mavi’ye el sallayıp onu sahneye çağırdılar. Bir saat
hemen geçip gitmişti. “Benim gitmem lazım. Vaktin olursa çıkışta birşeyler
içeriz” dedi gülümseyerek. Masada duran telefonumu aldı, numarasını yazdı ve
sahneye doğru yöneldi. Etrafı saran
tutkulu sesi duvarlarda yankılandı. Bir aşk şarkısı söylemeye başladı. Bu
hikayenin burada bitmediğini ve daha yeni başladığını biliyordum. Olan
olmuştu. Beni asla sevip sevmediğini
bilemeyeceğim bir kadına aşık olmuştum gene.
Acaba Mavi bir
sonraki aşk şarkısını kimin için söyleyecekti?
Bunu asla bilemeyecektim...