11 Aralık 2012 Salı

Tuhaf Temaslar




Yemek yerken dilini ısırdığında uzun zamandır konuşmadığını farketti. Dili kanıyordu ama umursamadı. Karton bardaktaki kahveden bir yudum alıp ağzını çalkaladı. Kahve dilini daha çok yaktı. Hem sıcaktı hem  sade, hem de şekersiz.Ama gene de her sabah bir kupa dolusu kahve içmekten geri kalmıyordu.

Çilek reçelinin tadına baktı, ağzını tatlandırdı. Daha sonra sabahı karşılamak üzere evden dışarı çıktı. Dünya yuvarlaktı ve yerkürenin merkezine olan eğimi her yerde aynıydı. Aynı yer kabuğu insanları kendine çekiyordu. Aynı yerçekimi bizi alaşağı ediyordu.  Tunalıdaki Subway restaurantının önünden geçerken sabah kahvaltısını yapmakta olan uzun saçlı, dolgun dudaklı melez kızı gördü. Üzerine siyah deriden spor bir ceket giymişti. altında ise ispanyol paça bir pantalon vardı. Boynuna sardığı eşarp sabah rüzgarında özgürlük bayrağı gibi dalgalanıyordu. Güzel sayılmazdı. Ama bu kadında insanı kendisine çeken bir şey vardı. Bir tür sihir, bir tür mucize gibi. Yağmurun yağması gibi yada güneşin aniden bulutların ardından açması gibi. Kadının cenneten çıkma kokusu ve çekiciliği  İnsanı tanrının varlığına inandırıyordu. "Ö" inancını kaybedeli çok uzun bir zaman olmuştu. İnancını nerede ne zaman kaybetmişti bilmiyordu. Yolda yürürken pantolonun sağ cebinden otobüs biletinin yola düşmesi kadar kendiliğinden olan birşeydi. Tesadüfi... Bir gün vardı ve ertesi gün uyandığında yoktu. Aşk da böyleydi. Gece uyumadan önce yastığınızın altına koymuştu, en yakınına, ama aşkta gece gibiydi, bir vardı bir yoktu.

      E'nin evi Ankarayı gören en güzel manzaraya sahipti. E'nin gözünün içinde parıldayan yıldızlar vardı ve yeterince dikkatli bakabilirseniz, tüm hayata açılan en güzel pencerede işte oradaydı. E yokken nefes alamıyordu. E'nin yokluğu penceresiz bir oda da ışıksız kalmak gibiydi. Çocukluğunu geçirdiği şehre yabancı olmaktı. Sokaklarda yürürken biliyordu ki onsuz yürüdüğü hiç bir kaldırım yoktu. Rüzgar hala E'nin kokusunu sırtlanıyordu. Ankara sahiplenmişti bir kere E'yi. "Ö" için onu bırakıp gidecek değildi.


Tanımadığın bir şehirde tanımadığı sokaklarda öylesine yürümeyi istedi. Ne kadar uzağa gidersem kalbimden kaçabilirim diye sordu Ö.

Kalbinden kaçarsın ama rüzgar ardın  sıra gelir dedi bir ses. Sonra başka bir ses sohbete katıldı.

Hem rüzgar anıları da taşır akıllım dedi. Bir diğeri ise rüzgar kokuları da taşır dedi.

Fısıltılar çoğaldı durdu.

Sokağın başında tek başına durdu. Düşündü. Rüzgar esti.

Gene enselenmişti...


Sonra öksürük nöbetleri tuttu. Hastalanmıştı gene. Neden hasta olduğunu soranlara cevap veremiyordu. Sanki insan bilerek hasta oluyordu da...

Sonra bir ses "üzerini örtmeden mi uyudun?" diye sordu.

Çoğu insan üzerini örtmeden uyuyamaz dedi Ö. İnsanlar uyurken üzerlerinde birşeyin ağırlığını hissetmek isterler. Bazen sadece tek bir battaniyenin ağırlığı yeter; Bazen ise kaz tüyü yorganın ağırlığı yeterli olur. Hayat insanın omuzlarını abanır. Bastırır durur. Bazen insanın taşıyamacağı yükler vardır hani. Bir omuzun hep diğer tarafa çeker mütamadiyen. İnsan mutsuz oldukça bunun yükünü omuzlarında hisseder. Bu yük bazen battaniye etkisi gösterir. Mutsuz olunca hep uykulu olursun. Uyumak istersin düşsüz bir zamanda. "Sol omzum ağrıyor" dedi Ö ve ekledi :
"Son zamanlardaki uyur gezer halim hep bundandır. Kahveye bu kadar bağımlı olmamda"


 Neden hasta olduğuma gelince dedi Ö.  "E'nin yokluğu omzumdaki en büyük ağırlık" Ve son zamanlarda hasta olmanda hep bundandır, üstün açık uyumaktan...

      


                                                                                                    12 Aralık 2012






25 Mart 2012 Pazar

Kahveli Bira




Bir yazarın başına gelebilecek en kötü şeylerden biri, aklı ve kalbi doluyken  meramını kelimelerle anlatamamaktır. İlham perisi kolay gelmez, geldi mi de gitmeyi bilmez. Dengesi yoktur bu işin. Ya diptesindir ya en üstte.

Bundan daha da kötüsü yazarken sıkılmaktır. Kelimeleri ard arda sıralarsınız. Araya virgül koyulur, gerçek hayatta ard arda söyleyebileceğiniz kelimeleri yavaşlatmak için. Yazı yazarken duygularınızı sömüren, kelimelerinizi size karşı kullanan kimse yoktur. Hikayeler aynalar gibidir. Ne gördüyse onu yansıtır; çirkini çirkin, güzeli güzel olarak. Hikaye yazmaktan sıkılmış bir yazar hayattan kaçmaktan da sıkılmıştır. İşte en tehlikeli noktalardan biri de budur.

Son hikayemi yazarken sıkıldığımı hissettiğimde bilgisayarı kapatmış, kendimi güneşli Ankara sokaklarına bırakmıştım. Arabanın kontağını çalıştırıp, torpido gözünden yalnızken dinlenebilecek şarkıların olduğu cdyi alıp, taktım.  Dinlemeyi istediğiniz şarkı hep en son çalar ya, gene teyp çalmaya en sevmediğim şarkıdan başladı. Kapatamadım. En sevdiğim şarkının hatrına diğerlerine katlanmaya karar verdim.


Yol, güneşli havaya göre boş sayılırdı. Tunalı Hilmiye doğru sürmeye başladım, sokak aralarında yapılacak bir yürüyüş iyi gelecekti. Ya da iyi geleceğini umuyordum. Yeni alışkanlığım hayattan hep bir şeyler ummaktı. Eskisi kadar kötümser değildim. Sevgilinle aranın iyi olmasını umardı insan. İşinde yükselmeyi, diğer insanlar tarafından taktir edilmeyi. Ben daha çok yazdıklarımın insanlar tarafından beğenilmesini umuyorudum. Ama bir yer de herkes kendini yazar zannediyordu. Sokakta yürüyen herkes birşeyler yazıyordu farkında olmadan. Ah keşke o cümlelerini yazıya dökebilselerdi...


Yazı yazmaya ilk K'ya aşık olduğumda başlamıştım. İlk uzun hikayelerimde onun için yazılmıştı. Beğenmiş miydi bilmiyorum. Güzel olduğunu söylemişti. Ama bu sözün nezakatten mi yoksa gerçekten mi söylendiğini anlayamamıştım. Aşık olmak veya aşık olduğunu zannetmenin insan üzerinde kışkırtıcı bir etkisi var. Afrodizyak gibi bütün duyularınızı açıyor. Renkleri daha pastel ve parlak tonlarda, sesleri daha gür ve ahenkli, kokuları ise daha vurucu duruyordu insan. Yada bütün bunlar baharın zayıf insan hormonları üzeirnde oynadığı ucuz bir oyun. Şimdi ne için yazıyorsun? Aşık mısın deseler cevap veremem. Belki de son çarem olduğu için yazmaya çalışıyorum.  Arabada duran not defterine gözüm ilişi. Uzun zaman olmuştu kapağını açmayalı. Aklıma gelen ilham verici veya beğendiğim kelimeleri not alıyordum. Sonra da hikaye yazacağım zaman defterden kelimeleri ve anıları seçip seçip yazıyordum.

 Kolej kavşağına geldiğimde araba yolun bozukluğundan dolayı biraz sarsılarak ilerlemeye başladı. Sağ tarafta müşteri kapmaya çalışan dolmuşçular trafikteki diğer araçları sıkıştırıyorlardı. Ankara trafiğinde uzak durman gereken bir numaralı araçlar mavi dolmuşlar ondan sonra ise belediye otobüsleridir. Arabayı olabildiğince sola yanaştırarak içimden dolmuşçulara sövdüm. Kavşağı geçince trafik rahatlamış, esat dörtyola kadar bir sorun yaşamadan gelmiştim. Sağa dönüp Büklüm marketin önüne arabayı bıraktım. Bakkal laf eder gibi oldu ama bende ona dik dik bakınca hemen yerine geri oturdu. Bazen doğanın kanunları şehir yaşamında da geçerli oluyordu ; sana diş gösterene sende diş göstereceksin.


Büklüm sokağın sonuna doğru yürümeye başlarken uzun zamandır yalnız kalmadığımı farkettim. Bunu gerçekten özlemiştim, kendi kendine yetebildiğim günleri. Bağımlılıktan nefret ederdim. Üniversite ikinci sınıftakyen ç ok bağlanmayayım diye aşık olduğum kızı aramazdım, onun aramasını beklerdim. Böylesi daha kolay olur gibi gelirdi. Kaçmak eğlenceliydi, ama bağlanmak tehlikeli. O zamanlar bile terketmenin gitmek olmadığını biliyordum. Bazıları hayatınızda hala kalır, ama sizi çoktan terketmiştir. Bir hayalet yalnızlığınızı azaltmaz.

Bazen dünya çok hızlı döner. Karşınızdaki insanlar çok değişir. Yaşananlar hiç olmamış gibi davranır. Karşınıza alıp "sen başka birisin,hikayemizi nerede kaybettin?" diye sorarsınız. Ama cevap gelmez. Sana bir parşömen kağıdı uzatır, "kaybetmedim, burada" der, ama kağıt parçalarının çoktan küle dönüştüğünü anlarsınız. Daha elinde tutarken kül parçaları havaya savrulur. Hikayenizden geriye kül parçaları bile kalmaz, rüzgar kül parçalarını zamanın kollarında süpürür gider.


Bazen o kadar çok seversiniz ki, canınızı yakan gerçekleri bile görmezden gelmeye çalışırsınız. Erken dönem alhzeimer hastaları gibi yaşadıklarınızı unutursunuz. Gururunuzu inciten öyle gerçekler vardır ki, siz hep o gerçeklerin doğru değil, yalan olmasını istersiniz..Kendi kendinizi büyük bir yalana inanmaya davet edersiniz. Bir zamanlar denildiği gibi : "Söylenen yalan ne kadar büyükse inanması da o kadar kolaydır."

Bazen bütün dostlarınızı karşınıza alırsınız. Onlar gerçek dostlarınızsa size asla yalan söylemezler.kendi kendinize yalan söylemenize müsadde etmezler. "O" yalanla mutlu olabileceğiniz akıllarına gelmez. Kendinize kimsenin dokunamadığı kristal bir küre yarattığınızı da farketmezler. Dokunsalar kırılacak diye korkarsınız. Sonra susarsınız. İkinci basamak sessizliktir. Sessizliğin huzurunda yargılanmamayı beklersiniz.

Çoğu zaman insan sözcüklerle yargılanmaz. Bir bakış, bir ima bile yeterlidir.

Sokağıın sonuna geldiğimde Kennedy caddesinden aşağıya doğru yürümeye başladım. Sakal'a oturup her zaman ki gibi açılışı Efes Dark Brown ile yaptım. Hem kahvenin dinginliğini hem de alkolün çarpıcı etkisini yaşatıyordu bu bira. Ama soğukken içilmesi gerekiyordu. Isınınca pek de eğlenceli  olmuyordu tadı. Biramı içerken arkadaşlardan birinin bir an önce gelmesini diledim içimden. İçerken yalnızlık pek katlanılacak bir şey değildi. Birinci bira bittiğinde ikincisini sipariş ettim, o gelince üçüncüsünü. Telefonum çaldığında dördüncü dark brownu sipariş etmiştim. Telefonun diğer ucundaki ses beş dakika sonra mekanın önünde olacaklarını biramı içip çabuk kalkmam gerektiğini söylüyordu. Birayı içip hemen caddeye çıktım. A'yı görmeyeli uzun zaman olmuştu, yürüyerek mi yoksa arabayla mı geleceğini bilmiyordum. O yüzden hem yoldan geçen arabalara hem de yayalara bakıyordum. Etrafı seyre dalmışken önümde kırmızı bir mini cooper yanaştı. Tanımıştım. Kapıyı açıp bindim. Konuşmadık. Sürmeye devam etti. Sonra neden bilinmez;

"Nereye" diye sordu.
"Sadece sür." dedim. "Sen nereye istersen oraya gidelim."
Başıyla tamam işareti yaptıktan sonra Paris caddesinden yukarıya doğru yöneldi. Biraz daha yol gittikten sonra Kanada büyükelçiliğinin altındaki parka arabayı çekti. Tahmin ettiğim gibi yanında içki getirmişti. Sol taraftan armutlu absolute şişesini çıkardığında hala içki konsundaki "zevksizliğinin" hala sürdüğünü anladım.

"Schwepps mandalina mı yoksa tonik mi?" diye sordu.
"Farketmez" dedim çaktırmadan sokak lambasında aydınlanan yüzünün sol yanına bakarak. Hala çok genç ve güzeldi. Sanki onun evreninde dünya hiç dönmemiş, mevsimler hiç değişmemiş, hep bahar kalmıştı.

"Uzun zaman oldu." dedi onu izlediğimi farkedince. "Evet." dedim otomatik bir cevap olarak.
"Neler yaptın bakalım?" diye sordu keyifli bir şekilde. İçimden "hiç" demek geldi. O yokken yaptıklarım o kadar anlamsız geliyordu ki. "Büyüdüm." dedim aralarından en anlamlısının bu olduğunu düşünerek.

"Demek sıkıcı biri oldun." dedi çarpık bir gülümsemeyle
"Evet göt ve göbekte aldı başını gidiyor zaten." dedim
"Saçlarda azalmış" dedi unuttum kısmı tamamlayarak
"Evet dünya hızlı dönüyor."dedim.

"Hala yazıyor musun?" diye sordu.

İçimden dünyanın en büyük yalanını söylemek geldi ve "Yazar olmaktan vazgeçtim ben. Artık yazmıyorum." dedi.

"Üzüldüm." dedi "Yazılarını çok beğeniyordum."

"Yerimi gençlere bıraktım." dedim göbeğimin üzerine sağ elimle vururken.

"Sen neler yaptın?" diye sordum

"Hala büyüyemedim." dedi "Hala."

"Değişmediğini bilmek güzel."

"Senin de değişmediğini bilmek güzel." dedi bana gerçek anlamda uzun uzun bakarken.

"Bu kadar uzun süredir neden yoktun?"

"Gitmem gerekiyordu sadece" dedi "Bazen insanların sadece gitmesi gerekir."

"Gitmemiş olmanı dilerdim." dedim.

"Bende, bende gitmemiş olmayı dilerdim."

Hayatta kendisini ciddiye alan insanlara karşı hep böyle kalleşti. Merak ediyordum. Beş para etmeyen insanlar bu kadar mutlu ve huzurluyken. Biz neden mutsuz ve başarısızdık. Hayatta neden tek bir istediğimiz şey de gönlümüzün dilediği gibi olmuyordu. Klozetin içine düşen yabancı bir madde gibi hissediyordum kendimi. Her tarafım pislik ve bok ile çevrilmişti.

Sonra A ile konuşmadık. O votkasını yudumladı, bende ona eşlik ettim. Sonra evine gittik. İçmeye devam ettik. Konuşmadık. Birbirimize baktık. Dünya dönmeye devam ediyordu ve biz ne kadar ertelersek erteleyelim güneş doğacak, sabah olacaktı.



Sabahı bekleyemedim. O uyuduktan sonra üzerini örtüp dışarıya çıktım. Kafam oldukça iyiydi. Çakır keyif halini biraz geçmiş, yalpalamaya başlamıştım. Tunalı caddesine çıktığımda sokaklar boşalmaya başlamıştı. Caddenin sol tarafındaki kaldırımda yürümeye başladım. Caddenin karşı tarafında ise kumral saçlı bir kız vardı. Gene onun hayaleti gelmişti. İçki içmekten neden nefret ettiğimi şimdi hatırladım. Halüsinasyon görmekten nefret ediyordum. İçince böyle üzgün, böyle kederli olmaktanda. Biz E ile tanıltığımız günden beri ayrı yollarda yürüyorduk. Kaç kere denemiştim karşıya geçmeyi ama her seferinde "araba çarpacak, dikkat" diyerek durdurmuştu beni. E yürürken ardına bile bakmıyordu. Sanki o kaldırımda ben olmasam başkası olacaktı. Benim olmam farketmiyordu.  Ben olmasamda E'nin karşı kaldırımındaki boşluğu biri doldururdu. Yoldan aşağıya doğru yürürken artık dayanamadığımı farkettim. Bir arabann gelip bana çarpmasını o kadar çok istedim ki. Yada apartmanların birinin balkonundaki saksılardan birinin kafama düşmesini. Ölmek bile yeterli gelmiyordu, yok olmak istiyordum. Aniden buharlaşmak, süblime olmak. Varlığım bir anda silinsin, uçup gitsin istiyordum. Karşıya geçmeye çalıştım. E durdurmaya çalıştı beni. Karşıdan karşıya geçerken önce soluma sonra sağıma  sonra tekrar soluma bakmadım. Araba çarpsa işime gelirdi. Ama olmadı.

Karşıya geçtiğimde halüsinasyon yok olmuştu. Kafamı duvarlara vurup parçalamak istedim. Ama yapamadım. Korkağın tekiydim aslında.

beni öldürenin ne olduğunu anladım sonra. Yaşamak katlanılmazdı. Ama bir ilişki içinde yalnızlaştırılmak, işte insanı içten içe öldüren şey buydu.

Yol kenarındaki marketten bir dark brown daha alıp yürümeye devam ettim ve yoldan geçen bir kamyonun tekerliğinin fırlayıp beni ezmesini umdum.

Halüsinasyon hala karşı yoldan beni takip ediyordu ve yapabileceğim hiçbirşey yoktu...

































14 Şubat 2012 Salı

Burun Farkıyla

    



    Odaların duvarlarına fotoğraflar asılır. Bazıları hep olduğu yerde durur, zamanla  değişmeden, bozulmadan. İçlerinden birisi her zaman eğrelti durur ama. Düzeltirsin, tekrar bozulur. Simetri hastalığın vardır, bilmediğin başka saplantılarında. Fotoğraflara küsemezsin. Hatıralar da gönül duvarına çivilenmiş fotoğraflardır. Çerçeveleri kırıktır, eskitir. Bazen yavru ağzı duvarların üzerinde düz durur, bazen eğrelti dururlar. İçin kazınır, canın acır bazen. Düzeltirsin çerçeveyi, düzelir ve tekrar bozulur. İnsanlara küsersin ve barışırsın. Ama ne fotoğraflara ne de hatıralarına küsemezsin. Yağmur yağar ve durur. Yeni insanlar, yeni mekanlar gelir, geçer. Sen her zaman durakta geç kalmış otobüsü beklersin. Mevsimler gelir, geçer.  Sokaklar kar olur, beyaza bürünür. O kadar çok kar yağar ki grinin Ankara için anlamını unutursun. Kar taneleri omzunun ardından yere doğru atlarken gökyüzü kızıla çalmıştır. Geç kalmış otobüsün sen taksiye biner binmez geleceğini bilerek, yoldan bir taksi çevirirsin. Hep böyle olur ya. Sen gittiğinde beklediklerin gelir ardın sıra. Arkana bakarsın aracın lastikleri beyaz karı kirletirken. Arkanda bıraktığın kar çamura bulanır hep, erir, şehri bir çamur deryası kaplar. Bir yağmur gelsin silip süpürsün pisliği istersin.  Kafanda bir fotoğraf belirir, çerçevesini kar tanelerinden yaparsın. Kar taneleri birbirine benzemez, insanlarda. Fotoğraflar hep ışıltılıdır, kar taneleri de.  Yüksel caddesinde yürür, okulun önündeki banklara oturursun. Bir tinerci gelir, para ister. Birkaç bozukluk atarsın. Uzar gider bir köpek öldüreni haklamak için. Çay alırsın ve hiçbir zaman taze olmaz. Ama lezzetli gelir hep. Yolun kıyısında oturmak hayata mola vermenin en kestirme yoludur.  Çayın yanında sigara içmek istersin, cebinden çıkarır bir tane yakarsın. Şanslıysan hava ayaza çekmez ve sigaran bitinceye kadar oturabilirsin sokakta, ermişler sofrasında.
    Yoldan geçen kalabalık güruha bakarsın. Hiç biri senden daha iyi değildir ya da daha masum.  Nereye gittiklerini düşünürsün, her biri için masumane hikâyecikler oluşturursun aklında. Sonra yırtıp atarsın düşünce kâğıtlarını buruşturarak. “Aman be bana mı düşmüş.” dersin, ama gene de ufak öyküler yazarsın tesadüflerin şerefine.
Sokağın ortasında, tahta oturakların yanına dikilmiş kadın heykelinin yanına yaşlıca bir adam oturur. Ellerini birbirine sürter ısınmak için. “Affet beni” der heykele dönüp, “Sensiz tadı yok hayatın, dön artık.”.
Koyu kahve gözlerini heykelin yüzüne diker, “ sana aşığım.” der. En içten söylenmiş sözcüklerden biridir ve heykel az da olsa titrer. “gelemem”
“Neden gelemezsin”
“Burada o kadar uzun süredir oturuyorum ki, o kadar uzun süredir insanları ve onların hayatlarını izliyorum ki, kendiminkine yabancı kaldım.”
“İnsan kendine hiç yabancı kalır mı” der ihtiyar şaşırarak.
“Başkalarının hayatını yaşarsan kalırsın.”
“Keşke sen ve ben tek bir hayatı yaşamış olsaydık.”
“Keşke”
İhtiyar elindeki poşetten bir şal çıkarır ve kadın heykelinin omzuna bırakır.
“Ben gene gelirim gene, üşüme ama sen.”
Bu sahneyi her izlediğinde ihtiyarın yaşadığı pişmanlığın ve vicdan azabının büyüklüğünü düşünürsün. Kulakların ise vicdanından önce davranarak özür dileyen kelimelerdeki çaresizlik vurgusunu çeker alır.
    Tekrar seyre dalarsın hayatı, renklerin üzerinden insanlar akar gider. Sen olduğun yerde durursun, dünyanın merkezinde. Herkese her şeye hem en yakın hem en uzak mesafede. Yoldan geçen kırmızı paltolu, uzun siyah çizmeleri olan kızıl kadını konuşturur zihnin:
“Bazen en yakınındakiler en uzağında olanlardır” diye. 
“Sen kimin uzağındasın?” diye sorarsın merakla
“Hayatıma yaklaşanın” der kadın ve yürür gider.

Kızılın hemen ardından memeleri götünden daha büyük genç bir kadın geçer ve senin baktığını görünce “ Siktir git lan” der ve pençelerini gösterir, sonra azı dişlerini. “Sakin” diyen bir bakış atarsın, ortamı yumuşatmak için, bu arada gözlerin hala kadından önce yürüyen göğüslerindedir. 

    Aralarında en ahlaksız ve düzenbazın sen olduğunu düşünürsün, yolda yürüyenlerin ayaklarının altında ezilen kar tanelerine bakarak.  Griye çeker kaldırım taşları kısa süre sonra. Beyazlık kaybolur, çamura döner.
    Köşe başında yer tutan solcu gruplar işkencenin fotoğraflarını asmıştır sokağın her iki yanına. Otuz kırk kişilik bir grup ellerinde pankartlarla dikilerler faşist düzene karşı. Sokakta yürüyüp, kalabalığın arasından eylemcilere bakıp geçen çoğu vatandaş gibi sende desteklersin onları.  İsyan etmek istersin sende onlar gibi çıkıp göğsünü gere gere bağırarak, haykırarak. Korkarsın neden bilinmez.  Bilinir nedeni ama söylenmez. İçinde patlayan isyanlarla öleceğini düşünürsün. Okulun bahçe duvarına asılmış konser afişlerini görürsün. Halil Sezai denen dallama şehrin tüm isyankârlarını göt kadar bir mekânda üçüncü kez topluyordur. Bir oyuncunun popüler kültür tarafından yavaş yavaş tüketilmesini izlersin. Bundan iki yıl sonra Halil Sezai’yi kimsenin hatırlamayacağını iddia etsen de insanlar sana boş ver der, biri gider, bir başkası gelir. Müziğin dondurulmuş hazır gıdalar gibi tüketilmesini istemezsin, eskiden, şimdi ve gelecekte dinlemekte olacağın gerçek müzisyenlere ve gerçek gruplara daha çok sahip çıkarsın.
Son kez göstericilere ve sayıları onların on katı kadar olan çevik kuvvet ekiplerine bakarsın. Polislerin ağızlarından memnuniyetsiz bir homurtu yükselir ve yerlere dökülür. 3.sınıf bir emniyet müdürü, göstericiler ile pazarlık yapar. Elinde telsizle etrafta dolaşan sivillere bakarsın. Telsiz durmaksızın merkezden gelen anonsları geçer. Sesleri takip edersin, yalnızca “merkez 8140, merkez 8140” dediğini duyarsın. Gerisi boğuk bir ses içinde kaybolmuştur.

    Hipodromda koşulan at yarışlarına gitmeyi planlarsın. İşi gücü bırakıp, ufak bir sermaye ile bahis oynayarak gününü kazanmak; kulağa da ne hoş gelir halbu ki. Charles Bukowski hikâyelerindeki ayyaşı, Henry Chinaski’yi hatırlarsın. Hani şu ganyan oynayıp, içen, içip altılı ganyan oynayan hınzır bahisçiyi. Her hikâyesinde de bahis yoktur ama burun farkıyla kaybedilen bir at yarışı vardır.
“Kaybetmeye tahammülün yoksa oynama genç” der her ortamda bulunan yaşlı ve bilge adam, omzuna dokunur ve kaybetmenin ağırlığını hissedersin hallice. Kadınlara duyduğun tutku aklına gelir. Kaybedeceğini bile bile oynadığın bahislere benzetirsin aşk hayatını. En isabetli olduğunu düşündüğün atışların bile karavanaya çıkar.  Kar yağar ve durur.  Kaybetmeye tahammülünün olmadığını bile bile aşık olursun. Âşık olursun ve o gider. Geri gelir. Mevsim yağmurları başlar ve durur. Burun farkıyla mutluluğu elinden kaçırırsın hep. Arkandan bakmaz kimse. Doğru altılı kuponu oynadığında ise bahisler kapanmıştır. Kendini geç kalınmışlıklar senfonisinin en son şarkısını tekrar tekrar dinliyor gibi hissedersin.  Hayat senin lugatında  aynı yerde takılıp kalmış bir gramafon plağıdır.
    Sokağın başında destek ekipleriyle birlikte iyice kalabalıklaşan polisleri görürsün. Kalkanlarıyla ve coplarıyla kalabalığı sokağın sonuna doğru itelemeye başlarlar. Her kavga bir direnişin başlangıcıdır. Fotoğraf çekersin ve yerdeki kar taneleri ile çerçeveletirsin. Polis kalabalığı itmekten sıkılır ve coplarıyla aralarına dalar. Herkes bir tarafa dağılır. Sana doğru koşan kalabalığa aldırmazsın. Yağmur yağarken yürüyen insanda koşan insanda aynı miktarda ıslanır. Islandıktan sonra azın veya çoğun bir önemi yoktur. İsyan etmemenin, kabullenmenin verdiği ezikliği dayak yiyerek azaltmaya çalışırsın. İşkence insanlığı öldürür.  Farketmez dersin içinde, derinliklerindeki mezarlığa bakarak.  Zaten ölmüş birini kimse ikinci kere öldüremez. 
    Kusursuz bir intihar planı kurarsın kafanda. İntihar ölmek değildir. Bazen çekip gitmek de bir çeşit intihardır. İçinde, derinliklerinde bulunan dehlizlerin başından ses verirsin, yankılanmaz. Ucu sonu belli değildir. Bırakırsın kendini dehlizin boşluğuna, bir yağmur damlası gibi akar da akarsın sona doğru. Kalbinin dibi gözükmez ya bu insan denilen mahlukatın, o yüzden bir kere atlamaya gör. Düşer de düşersin. Bazı düşmeler bir ömür sürer.

    O burada yokken neyi yanlış yaptığını, gene hangi bahissi burun farkıyla kaçırdığını düşünürsün. Araya şehirler girer, özlemler girer. Bulutlar onun saçlarından akan karını sana taşır, avucunun içine kondurur. Eriyince avucunun içinde deniz tuzu tadı kalır.  İpucu ararsın içindeki veya ahizenin diğer ucunda avazı çıktığı kadar bağıran sessizlikten.  Bazen insanlar susarak seni sağır eder.
    Bir kızın olduğunu hayal edersin.  Onun küçük parmaklarını hayal edersin. Onlar, hiç görmediğin en güzel parmaklardır. Saçlarını düşünürsün dalga dalga, onlar hiç görmediğin en güzel kuzey rüzgarıdır. Sesini hayal edersin kulaklarında çınlayan ve şimdiye kadar hiç duymadığın en güzel melodiyi.  Ona benzesin istersin kızın.  Ama seni hiç bırakmasın terk etmesin.
    Meşrutiyet caddesinin sonuna doğru yürürsün. Tunalıya gitmek için taksi çevirirsin, seçimini artık az bulunur tofaş şahin model taksilerden yana kullanırsın. Daha harbici daha içten gelir sana bu arabalar. Taksici Ankaranın eskilerinden çıkar. “Haymanalıyız biz ailece” der taksici sen sormadan daha. “ Bana Malkoçoğlu Nazım derler, bu Kızılay  eşrafında beni tanımayan yoktur yeğen.”. Sana yurtdışında türkücülük yaptığı zamanları ve götürdüğü hatunları anlatır bir bir. “Ah” der, “yaşım geçmeyeydi gene ziyarete giderdim oralara.”
    Tunalı’da Kebap 49’un önünde inip, Tunalı Hilmi caddesine çıkarsın. Yol boyunca yürürken ağaçların üzerlerine zımbalanmış ilanlara bakarsın. Her nedense kayıp köpek ilanları, kayıp insan ilanlarından daha çok ilgini çeker. Yolda yürürken kırmızı Ford’un biri levazım çukurunun kenarına biriken suyu üzerine sıçratır. Sadece üstünün değil, tüm hayatının boka battığını hissedersin.
Bestekar sokaktan Kızılay tarafına doğru geçerken 09 nolu ganyan bayisinin önünden geçersin. Her halinden birinci dereceden memur emeklisi olduğu anlaşılan bir amca bağırır,  “Kopta gel, kopta gel kızım” diye. Spikerin gittikçe artan sesinden atların  bitiş çizgisine  yaklaştığını anlarsın. Anlık bir sessizlik olur. O an tüm dünyanın susup nefesini tuttuğunu düşünürsün. Sessizlik, spikerin : “ Alexander sürpriz şekilde burun farkıyla yarışı kazanıyor.”
demesiyle son bulur. Sevinç ve üzüntü nidaları birbirine karışır. Emekli memur, at yarışı oynamamaya yeni doğan torunu üzerine yemin eder.
Hayatta  mağlubiyetleri hep burun farkıyla yaşayanın sen olmadığını hatırlarsın.
Yürürsün kar erimeye başlarken. Elinde tarihi geçmiş bir ganyan kuponun ve burun farkıyla kaçırılmış mağlubiyetlerin vardır. Büfenin karşısındaki ağaçtaki ilana bakarsın, sahibi burnu kesik atını arıyordur.