14 Şubat 2012 Salı

Burun Farkıyla

    



    Odaların duvarlarına fotoğraflar asılır. Bazıları hep olduğu yerde durur, zamanla  değişmeden, bozulmadan. İçlerinden birisi her zaman eğrelti durur ama. Düzeltirsin, tekrar bozulur. Simetri hastalığın vardır, bilmediğin başka saplantılarında. Fotoğraflara küsemezsin. Hatıralar da gönül duvarına çivilenmiş fotoğraflardır. Çerçeveleri kırıktır, eskitir. Bazen yavru ağzı duvarların üzerinde düz durur, bazen eğrelti dururlar. İçin kazınır, canın acır bazen. Düzeltirsin çerçeveyi, düzelir ve tekrar bozulur. İnsanlara küsersin ve barışırsın. Ama ne fotoğraflara ne de hatıralarına küsemezsin. Yağmur yağar ve durur. Yeni insanlar, yeni mekanlar gelir, geçer. Sen her zaman durakta geç kalmış otobüsü beklersin. Mevsimler gelir, geçer.  Sokaklar kar olur, beyaza bürünür. O kadar çok kar yağar ki grinin Ankara için anlamını unutursun. Kar taneleri omzunun ardından yere doğru atlarken gökyüzü kızıla çalmıştır. Geç kalmış otobüsün sen taksiye biner binmez geleceğini bilerek, yoldan bir taksi çevirirsin. Hep böyle olur ya. Sen gittiğinde beklediklerin gelir ardın sıra. Arkana bakarsın aracın lastikleri beyaz karı kirletirken. Arkanda bıraktığın kar çamura bulanır hep, erir, şehri bir çamur deryası kaplar. Bir yağmur gelsin silip süpürsün pisliği istersin.  Kafanda bir fotoğraf belirir, çerçevesini kar tanelerinden yaparsın. Kar taneleri birbirine benzemez, insanlarda. Fotoğraflar hep ışıltılıdır, kar taneleri de.  Yüksel caddesinde yürür, okulun önündeki banklara oturursun. Bir tinerci gelir, para ister. Birkaç bozukluk atarsın. Uzar gider bir köpek öldüreni haklamak için. Çay alırsın ve hiçbir zaman taze olmaz. Ama lezzetli gelir hep. Yolun kıyısında oturmak hayata mola vermenin en kestirme yoludur.  Çayın yanında sigara içmek istersin, cebinden çıkarır bir tane yakarsın. Şanslıysan hava ayaza çekmez ve sigaran bitinceye kadar oturabilirsin sokakta, ermişler sofrasında.
    Yoldan geçen kalabalık güruha bakarsın. Hiç biri senden daha iyi değildir ya da daha masum.  Nereye gittiklerini düşünürsün, her biri için masumane hikâyecikler oluşturursun aklında. Sonra yırtıp atarsın düşünce kâğıtlarını buruşturarak. “Aman be bana mı düşmüş.” dersin, ama gene de ufak öyküler yazarsın tesadüflerin şerefine.
Sokağın ortasında, tahta oturakların yanına dikilmiş kadın heykelinin yanına yaşlıca bir adam oturur. Ellerini birbirine sürter ısınmak için. “Affet beni” der heykele dönüp, “Sensiz tadı yok hayatın, dön artık.”.
Koyu kahve gözlerini heykelin yüzüne diker, “ sana aşığım.” der. En içten söylenmiş sözcüklerden biridir ve heykel az da olsa titrer. “gelemem”
“Neden gelemezsin”
“Burada o kadar uzun süredir oturuyorum ki, o kadar uzun süredir insanları ve onların hayatlarını izliyorum ki, kendiminkine yabancı kaldım.”
“İnsan kendine hiç yabancı kalır mı” der ihtiyar şaşırarak.
“Başkalarının hayatını yaşarsan kalırsın.”
“Keşke sen ve ben tek bir hayatı yaşamış olsaydık.”
“Keşke”
İhtiyar elindeki poşetten bir şal çıkarır ve kadın heykelinin omzuna bırakır.
“Ben gene gelirim gene, üşüme ama sen.”
Bu sahneyi her izlediğinde ihtiyarın yaşadığı pişmanlığın ve vicdan azabının büyüklüğünü düşünürsün. Kulakların ise vicdanından önce davranarak özür dileyen kelimelerdeki çaresizlik vurgusunu çeker alır.
    Tekrar seyre dalarsın hayatı, renklerin üzerinden insanlar akar gider. Sen olduğun yerde durursun, dünyanın merkezinde. Herkese her şeye hem en yakın hem en uzak mesafede. Yoldan geçen kırmızı paltolu, uzun siyah çizmeleri olan kızıl kadını konuşturur zihnin:
“Bazen en yakınındakiler en uzağında olanlardır” diye. 
“Sen kimin uzağındasın?” diye sorarsın merakla
“Hayatıma yaklaşanın” der kadın ve yürür gider.

Kızılın hemen ardından memeleri götünden daha büyük genç bir kadın geçer ve senin baktığını görünce “ Siktir git lan” der ve pençelerini gösterir, sonra azı dişlerini. “Sakin” diyen bir bakış atarsın, ortamı yumuşatmak için, bu arada gözlerin hala kadından önce yürüyen göğüslerindedir. 

    Aralarında en ahlaksız ve düzenbazın sen olduğunu düşünürsün, yolda yürüyenlerin ayaklarının altında ezilen kar tanelerine bakarak.  Griye çeker kaldırım taşları kısa süre sonra. Beyazlık kaybolur, çamura döner.
    Köşe başında yer tutan solcu gruplar işkencenin fotoğraflarını asmıştır sokağın her iki yanına. Otuz kırk kişilik bir grup ellerinde pankartlarla dikilerler faşist düzene karşı. Sokakta yürüyüp, kalabalığın arasından eylemcilere bakıp geçen çoğu vatandaş gibi sende desteklersin onları.  İsyan etmek istersin sende onlar gibi çıkıp göğsünü gere gere bağırarak, haykırarak. Korkarsın neden bilinmez.  Bilinir nedeni ama söylenmez. İçinde patlayan isyanlarla öleceğini düşünürsün. Okulun bahçe duvarına asılmış konser afişlerini görürsün. Halil Sezai denen dallama şehrin tüm isyankârlarını göt kadar bir mekânda üçüncü kez topluyordur. Bir oyuncunun popüler kültür tarafından yavaş yavaş tüketilmesini izlersin. Bundan iki yıl sonra Halil Sezai’yi kimsenin hatırlamayacağını iddia etsen de insanlar sana boş ver der, biri gider, bir başkası gelir. Müziğin dondurulmuş hazır gıdalar gibi tüketilmesini istemezsin, eskiden, şimdi ve gelecekte dinlemekte olacağın gerçek müzisyenlere ve gerçek gruplara daha çok sahip çıkarsın.
Son kez göstericilere ve sayıları onların on katı kadar olan çevik kuvvet ekiplerine bakarsın. Polislerin ağızlarından memnuniyetsiz bir homurtu yükselir ve yerlere dökülür. 3.sınıf bir emniyet müdürü, göstericiler ile pazarlık yapar. Elinde telsizle etrafta dolaşan sivillere bakarsın. Telsiz durmaksızın merkezden gelen anonsları geçer. Sesleri takip edersin, yalnızca “merkez 8140, merkez 8140” dediğini duyarsın. Gerisi boğuk bir ses içinde kaybolmuştur.

    Hipodromda koşulan at yarışlarına gitmeyi planlarsın. İşi gücü bırakıp, ufak bir sermaye ile bahis oynayarak gününü kazanmak; kulağa da ne hoş gelir halbu ki. Charles Bukowski hikâyelerindeki ayyaşı, Henry Chinaski’yi hatırlarsın. Hani şu ganyan oynayıp, içen, içip altılı ganyan oynayan hınzır bahisçiyi. Her hikâyesinde de bahis yoktur ama burun farkıyla kaybedilen bir at yarışı vardır.
“Kaybetmeye tahammülün yoksa oynama genç” der her ortamda bulunan yaşlı ve bilge adam, omzuna dokunur ve kaybetmenin ağırlığını hissedersin hallice. Kadınlara duyduğun tutku aklına gelir. Kaybedeceğini bile bile oynadığın bahislere benzetirsin aşk hayatını. En isabetli olduğunu düşündüğün atışların bile karavanaya çıkar.  Kar yağar ve durur.  Kaybetmeye tahammülünün olmadığını bile bile aşık olursun. Âşık olursun ve o gider. Geri gelir. Mevsim yağmurları başlar ve durur. Burun farkıyla mutluluğu elinden kaçırırsın hep. Arkandan bakmaz kimse. Doğru altılı kuponu oynadığında ise bahisler kapanmıştır. Kendini geç kalınmışlıklar senfonisinin en son şarkısını tekrar tekrar dinliyor gibi hissedersin.  Hayat senin lugatında  aynı yerde takılıp kalmış bir gramafon plağıdır.
    Sokağın başında destek ekipleriyle birlikte iyice kalabalıklaşan polisleri görürsün. Kalkanlarıyla ve coplarıyla kalabalığı sokağın sonuna doğru itelemeye başlarlar. Her kavga bir direnişin başlangıcıdır. Fotoğraf çekersin ve yerdeki kar taneleri ile çerçeveletirsin. Polis kalabalığı itmekten sıkılır ve coplarıyla aralarına dalar. Herkes bir tarafa dağılır. Sana doğru koşan kalabalığa aldırmazsın. Yağmur yağarken yürüyen insanda koşan insanda aynı miktarda ıslanır. Islandıktan sonra azın veya çoğun bir önemi yoktur. İsyan etmemenin, kabullenmenin verdiği ezikliği dayak yiyerek azaltmaya çalışırsın. İşkence insanlığı öldürür.  Farketmez dersin içinde, derinliklerindeki mezarlığa bakarak.  Zaten ölmüş birini kimse ikinci kere öldüremez. 
    Kusursuz bir intihar planı kurarsın kafanda. İntihar ölmek değildir. Bazen çekip gitmek de bir çeşit intihardır. İçinde, derinliklerinde bulunan dehlizlerin başından ses verirsin, yankılanmaz. Ucu sonu belli değildir. Bırakırsın kendini dehlizin boşluğuna, bir yağmur damlası gibi akar da akarsın sona doğru. Kalbinin dibi gözükmez ya bu insan denilen mahlukatın, o yüzden bir kere atlamaya gör. Düşer de düşersin. Bazı düşmeler bir ömür sürer.

    O burada yokken neyi yanlış yaptığını, gene hangi bahissi burun farkıyla kaçırdığını düşünürsün. Araya şehirler girer, özlemler girer. Bulutlar onun saçlarından akan karını sana taşır, avucunun içine kondurur. Eriyince avucunun içinde deniz tuzu tadı kalır.  İpucu ararsın içindeki veya ahizenin diğer ucunda avazı çıktığı kadar bağıran sessizlikten.  Bazen insanlar susarak seni sağır eder.
    Bir kızın olduğunu hayal edersin.  Onun küçük parmaklarını hayal edersin. Onlar, hiç görmediğin en güzel parmaklardır. Saçlarını düşünürsün dalga dalga, onlar hiç görmediğin en güzel kuzey rüzgarıdır. Sesini hayal edersin kulaklarında çınlayan ve şimdiye kadar hiç duymadığın en güzel melodiyi.  Ona benzesin istersin kızın.  Ama seni hiç bırakmasın terk etmesin.
    Meşrutiyet caddesinin sonuna doğru yürürsün. Tunalıya gitmek için taksi çevirirsin, seçimini artık az bulunur tofaş şahin model taksilerden yana kullanırsın. Daha harbici daha içten gelir sana bu arabalar. Taksici Ankaranın eskilerinden çıkar. “Haymanalıyız biz ailece” der taksici sen sormadan daha. “ Bana Malkoçoğlu Nazım derler, bu Kızılay  eşrafında beni tanımayan yoktur yeğen.”. Sana yurtdışında türkücülük yaptığı zamanları ve götürdüğü hatunları anlatır bir bir. “Ah” der, “yaşım geçmeyeydi gene ziyarete giderdim oralara.”
    Tunalı’da Kebap 49’un önünde inip, Tunalı Hilmi caddesine çıkarsın. Yol boyunca yürürken ağaçların üzerlerine zımbalanmış ilanlara bakarsın. Her nedense kayıp köpek ilanları, kayıp insan ilanlarından daha çok ilgini çeker. Yolda yürürken kırmızı Ford’un biri levazım çukurunun kenarına biriken suyu üzerine sıçratır. Sadece üstünün değil, tüm hayatının boka battığını hissedersin.
Bestekar sokaktan Kızılay tarafına doğru geçerken 09 nolu ganyan bayisinin önünden geçersin. Her halinden birinci dereceden memur emeklisi olduğu anlaşılan bir amca bağırır,  “Kopta gel, kopta gel kızım” diye. Spikerin gittikçe artan sesinden atların  bitiş çizgisine  yaklaştığını anlarsın. Anlık bir sessizlik olur. O an tüm dünyanın susup nefesini tuttuğunu düşünürsün. Sessizlik, spikerin : “ Alexander sürpriz şekilde burun farkıyla yarışı kazanıyor.”
demesiyle son bulur. Sevinç ve üzüntü nidaları birbirine karışır. Emekli memur, at yarışı oynamamaya yeni doğan torunu üzerine yemin eder.
Hayatta  mağlubiyetleri hep burun farkıyla yaşayanın sen olmadığını hatırlarsın.
Yürürsün kar erimeye başlarken. Elinde tarihi geçmiş bir ganyan kuponun ve burun farkıyla kaçırılmış mağlubiyetlerin vardır. Büfenin karşısındaki ağaçtaki ilana bakarsın, sahibi burnu kesik atını arıyordur.