lk romanım olan "Flu"nun beşinci bölümünden kısa bir parça
Kalabalığın içerisinden kendini belli
edecek bir ışıltıya sahipti Melis. Yaşının getirdiği olgunluk ile
taçlandırılmış bir güzelliği vardı. Bir şelale gibi ona bakan insanların
gözbebeklerinin içine doğru gürül gürül akıyor, onları günahlarından
arındırıyordu. Kapının girişinde durup bir süre onu izledim. Sol kulağının üst
kısmına tek taşlı ufak bir küpe takmıştı. Sol omuzunu açıkta bırakan bluzu kürek
kemiğinin üzerindeki dövmeyi sergileyen bir çerçeve görevi görüyordu. Ve her
çerçeve gibi etrafını çevrelediği resimden daha çok ilgi çekmiyordu. Melis
önünde açık duran defter elindeki kalemle notlar alıyordu. Büyük bir dikkat ile
not alıyor, sadece önündeki çayı yudumlamak için ara veriyordu. “Ne yazıyorsun
sen öyle?” dedim gülümseyerek. “Üzerine kustuğun hikâyelerimi mi temize
çekiyorsun yoksa?”
“Merhaba, hoş geldin.”. Melis beni öpmek
için ayağa kalkarken defterin kapağını sol eliyle ustaca kapattı. “Onları
bitirdim bile. Bir ara sana getireceğim.” dedi mahcup bir ifadeyle.
“O zaman şu an temize çektiklerin bana
ait değil.”. Merakımı hala giderememiş olmanın verdiği ısrarcılık dilimin ucuna
acı bir biber tadı gibi yerleşmişti.
“Buraya çok sık gelir misin? Senin
tarzın bir yer değil gibi burası.” diye sordum muhabbete nasıl gireceğini
bilemediğimden aklıma ilk gelen kelimeleri düzenli bir sıraya koyarak.
“Küçükken babamla birlikte çok gelirdik.
Sonradan da bir alışkanlık haline geldi zaten.” dedi ve çayından bir yudum
aldıktan sonra “Alkolsüz bir yerde beni hayal edemedin değil mi?” diye sordu.
“Hayır canım. Sadece sana göre çok
klasik kaçmıyor mu burası?”
“Klasikten kastın ne ki anlamadım. Ama
gayet mutlu ve huzurluyum ben burada.”
“Ben pek hazzetmiyorum. Uzun zamandır da
gelmiyordum. Başka yere gidelim mi?”
“Oyunbozanlık yapma. Biraz oturalım, hem
ne olacak ki. Sana göre yaşlı insanların geldiği yerlerin hepsi klasik değil
mi?”
“Ne alakası var. Öyle mi dedim ben, sadece
bildiğin sıradan bir pastane burası. Kafe havası verilmeye çalışılmış bir
pastane. Fazladan anlam yüklemeye gerek yok yani.”
Melis, eliyle garsona bir işaret yaptı
ve iki orta türk kahvesi söyledi. “Kahveler bitene kadar buradayız.” dedi
dudaklarının üzerine zafer sözcüklerini kondurarak. Masaya oturduğum andan
itibaren benliğimi saran o garip duygunun bir benzerini daha önce tecrübe
etmemiştim. Kahvaltıda sıcak bir ekmeğin üzerine sürülen tereyağı gibi eriyerek
yayılan bir huzurdu etrafımı saran. Üzerine biraz mutluluk bulaşmış, biraz da
yanakları kızarmış bir huzur. Onunlayken geçmişimle yüzleşiyor, kendime daha
önce sormadığım soruları soruyordum. Garson kahvelerimizi masaya bırakırken
Melis bana dönüp, “Kahve falı bakabilir misin?” diye sordu. “Oradan bakınca
kahve falı bakabilen birine mi benziyorum?”
“ Ne açıdan bakarsam bakayım ben de
benzetemedim zaten. Ama iyi bir gözlemcisin. Kahve falına bakan insanların
ortak özelliği iyi gözlemci olmaları, ufak tepkilerden derin sonuçlar
çıkarmalarıdır. Bence istesen sen çok güzel kahve falı bakarsın.”
“Hiç denemedim. Ayrıca seninle ilgili
bir şeyleri bilmem için fal bakmama gerek yok. Fala inanıyor musun?”
“Arada sırada. İnsan mutsuzken fallardan
medet umar, mutluyken fal baktıran birini gördün mü sen?”
“Görmedim valla. Zaten falcılara da pek
inanmam. Herkese aynı şeyleri söylüyorlar. Mesela
-sen çok temiz kalpli birisin,
-seni çok üzmüşler
-şu an kafan çok karışık
-beş vakte kadar ailede bir sağlık
problemi olacak
-İki vakte kadar yüklü bir para geçecek
eline.
Bunların dışında sen hiçbir falcının;
-Sen puştun, pezevengin tekisin. Sen tam
bir katıksız bir orospu çocuğusun, Allah bin belanı versin,
-İki vakte kadar sevdiğin herkesi
kaybedecek, yalnız kalacaksın,
-Beş vakte kadar yüklü bir para
kaybedeceksin.
Dediğini duydun mu? Ben duymadım.”
“Orası öyle canım, insanlar bunları
duymak için para verir mi sence?” dedi
Melis.
“Düşünüyorum da herkes o kadar iyiyse,
dünya üzerindeki bütün bu kötülükleri yapanlar kimler?”. Bir düşünceyi cevabı
olmayan bir sorunun arkasından sormak güneş gözlüğü varken biriyle göz teması
kurmaya çalışmakla eşdeğerdi. “Kötü biriyim.” Yaftasını kendime
yapıştırmıyordum. Aslında içten içe, insanların hayatına sinsi bir pislik gibi
girip onları mahveden kötü bir adam olduğumu biliyordum.
“İyinin ve kötünün ayrımını sen
yapamazsın.” diye düşüncemle benim arama girdi Melis. Önünde duran deftere
baktım ve “İyinin ve kötünün ne olduğunu oraya mı not alıyorsun?” diye sordum.
Bir süre sustu ve kahvesinden derin bir yudum aldı. Ardından altındaki tabağı
üstüne getirerek kendi etrafında üç tur döndürdükten sonra ters çevirdi. “Artık
falıma bakmak zorundasın.” dedi. “Ben de sana neler yazdığımı anlatacağım.”
Melis bir şekilde beni köşeye
sıkıştırmayı başarmıştı. “Anlatmasan da olur aslında.” diye ağzımın içinde
geveledim. Ama merakım bir yandan beni dürtüklüyordu. “Peki.” dedim “Kahven
soğuyana kadar ne yazdığını konuşalım.”
Melis yüzünde afacan bir ifade ile “Konuşalım
Özgün.” dedi. Gözlerinin içine “Bil bakalım avucumun içinde ne var?” diye soran
bir çocuğun gülümsemesi saklanmıştı.
“Bir internet sitesi için ülkenin dört
bir yanından utanç hikâyeleri topluyorum.” dedi “İnsanların hafızasından
silinmemesi gereken yaşanmışlıkları bir araya getiriyoruz.”
“Tek yazar sen değilsin yani?” diye
araya girdim. “Afili Filintalar gibi bir site mi sizinkisi de? Bir sürü
ünlü-ünsüz yazarın bir araya geldiği bir oluşum mu?”
“Sayılır.” dedi Melis, “Akşam sitenin
adresini veririm, kendin görür, okur, karar verirsin.”
“Akşama daha çok var, anlatsana biraz
merak ettim. Biraz önce hangi hikâyeyi yazıyordun?”
“Daha bu yılın başlarında yaşanan bir
olayı yazıyordum. Olay, Van’ın Gürpınar ilçesine seksen kilometre uzaklıkta
bulunan Yalınca köyü Çeli mezrasında meydana gelmiş. Muhtemelen gazetelerde bu
haberi okumuşsundur. Üç yaşındaki bir çocuk gece aniden rahatsızlanıyor.
Yavrucak yüksek ateşe ve öksürük nöbetlerine tutuluyor. Kardan yollar kapalı.
Çocuklarını hastaneye götüremedikleri için aile telefonla yetkilileri arayıp
yardım istiyorlar. Aile çaresiz bir
şekilde saatlerce gelecek yardımı bekliyor. Aile beklerken gece 03:00 sularında
küçük çocuk anne ve babasının gözlerinin önünde hayatını kaybediyor. Sabah olup da hala hiçbir yetkili gelmeyince
babası küçük çocuğunun ölü bedenini çuvala koyup kardan kapalı yolu dört saatte
yürüyerek köye geliyor. Babası bunun sorumlularından hesap sormak için
köylülerin yardımıyla küçük çocuğun naaşını şehir hastanesine morguna götürülüp
otopsi yaptırıyor. Rahatsızlanan
valinin, bakanın veya bir bürokratın çocuğu olsaydı devlet bu kadar duyarsız mı
davranırdı sence? Çok mu zordu bir helikopter yollayıp o yavrucağı hastaneye
kaldırmak? Paran ve mevkiin yoksa bu ülkede kocaman bir sıfırdan ibaretsin. Bu
olayı hatırladığım her seferinde göğsümün sol yanına bir şeyler saplanıyor.”
dedi Melis. Gözlerindeki hüzünle karışık isyan duygusu, Melis ne kadar
saklamaya çalışırsa çalışsın kendini belli ediyordu.
“Hatırlıyorum bu olayı.” dedim. Melis’in
kalbine batan iğnenin diğer ucu da benimkine saplanmış, ikimizi tek bir acının
ortak paydasında buluşturmuştu.
“Bak sen bile bu olayı neredeyse
unutmuşsun.” diye araya girdi Melis. “Peki, vefat eden çocuğun babasının hukuk
mücadelesi ne aşamada biliyor musun?”
“Bilmem, sonradan bu olayla ilgili pek
bir şey yazmadı gazetelerde.”
“Evet, çünkü boyalı gazeteler bunları
yazmaz. Onlar için sadece reklam niteliği taşıyan acıların bir değeri vardır. Bu
olayın olduğu gün gazete manşetlerini hatırlıyor musun?
-Oğlunun cenazesini çuvalla sırtında
taşıdı
-Sen ölmedin çocuk, insanlık öldü
- Van’da isyan ettiren Türkiye gerçeği
Bunlar manşetlerden sadece birkaçıydı.
Sonra ne oldu? Hangi gazete hukuki sürece destek verdi?”
“Hiçbirinin destek verdiğini
sanmıyorum.” dedim “Avukat olan sensin, sen bir şey yaptın mı? Ya da
bahsettiğin oluşumdaki insanlar aynı zamanda hukuki süreci de takip ediyor
musunuz?”
“Her meslekten, toplumun her kesiminden
insanlar var. Hukuki sürece de destek veren bizleriz zaten. Ama bu ülkede
adaleti bulmak samanlıkta iğne bulmak kadar zordur. Bir hukukçu olarak bunu
söylemek çok acı verici ama ne yazık ki ülkenin gerçeği bu.”
“Yazdığın başka utanç hikâyesi var mı?”
Melis önündeki bardakta kalan suyu içti,
garsona işaret ederek iki çay söyledi. Anlaşılan beni bir süre daha bu
pastanede tutma niyetindeydi. Sonunda bir hikâye anlatıcısına kendi
hikâyelerini anlatma fırsatını bulmuştu. Melis aslında bu hikâyeler üzerinden
bana kendini anlatıyordu. Onun göründüğü gibi biri olmadığını daha ilk
konuşmamızda anlamıştım. Şimdi Melis önümde çırılçıplak soyunmaya başlamıştı.
Diğer seferlerin aksine bu sefer odanın ışıkları kapalı değil sonuna kadar
açıktı. Fırtına dinmiş, doğu rüzgârı yağmur bulutlarını peşi sıra uzaklara
götürmüştü. Melis’in baktığı gökyüzü artık duru ve aydınlıktı.
“Bak mesela kendimi çok kötü hissettiren
bir olay daha var. Hakkâri’nin Yüksekova ilçesinde bir okulun müdürü ve
öğretmenleri aynı okulda okuyan dört kardeşin aynı anda okula gelmediklerini,
geldiklerinde ise hep geç kaldıklarını fark ediyorlar. Bu durumu çocuklara
sorduklarında ise tatmin edici bir yanıt alamıyorlar. Bu yüzden ertesi gün çocukların
anneleriyle görüşüyorlar. Anne kardeşlerin aynı yırtık ayakkabıyı paylaştıkları
için aynı gün okula gelemediklerini söylüyor. Paraları olmadığı için ayakkabı
ve mont alamayan kardeşlerden biri kardeşinin yırtık ayakkabısını ve montunu
alarak okula giderken diğeri evde kalıyor. Çocukların babası köyde çobanlık
yapıyor. Okula giden kardeşlerden en küçüğünün adı Ömer, dokuz yaşında ve
üçüncü sınıfa gidiyor. İmkânları olmadığı için annesinin çeyiz sandığını
çalışma masası olarak kullanıyor.”
“Bu olayı internette bir haber sitesinde
okumuştum.” dedim insanın içini cız ettiren unutulmuş bir olayı tekrar
hatırlamanın verdiği kısık ve mahcup bir sesle. “O zaman da çok üzülmüştüm.”
“İnsanın asıl canını yakan ne biliyor
musun Özgün? Olay duyulduktan sonra yerel bir gazete çocukların babalarıyla
röportaj yaptığında ise baba; “Çocuklarıma bir çift ayakkabı bile alamamanın
üzüntüsünü yaşıyorum. Fakat çocuklarım hiç şikâyet bile etmeden okula
gidiyorlar. Onlardaki azim beni ayakta tutuyor. Tek istediğim çocuklarımın
diğer çocuklar gibi okuyup bir yerlere gelmesidir.” diyor ya, işte o an
kendimden ve yaşadığım hayattan o kadar çok utanıyorum ki, anlatamam. Küçükken
okula gitmemek için babama hasta rolü yaptığım, ya da istediğim ayakkabının
ayağıma uygun numarası olmadığında ortalığı nasıl velveleye verdiğim zamanları
hatırlıyorum da… Bu yaşananlarla kıyaslanınca ne büyük şımarıklıkmış diyorum
kendi kendime.”
Bir süre ikimiz de sustuk. Hayata karşı
yaptığımız bütün şımarıklıkların bir toplamını çıkarıyorduk. Virgülden sonra
yedi basamak içeren sayıların kuyrukları ellerimize, oradan da zihinlerimize
dolanmıştı.
“Büyüyünce ne olmak istiyorlarmış?”
“Küçük olanı öğretmen olup kendisi gibi
zor şartla okumaya çalışan öğrencilere yardım etmek istiyormuş.” dedi Melis.
Farkında değildi ama gözleri dolmuştu.
“Garip.” dedim. “Zor şartta okuyan
çocukların neredeyse hepsi idealist insanlar olarak büyüyorlar. O kadar yokluk
arasında büyüyen bu çocuk; “zengin olmak istiyorum.” demiyor. Oysa şehirde her
türlü imkânı olan başka bir çocuğa sorsan daha başka cevap verir bu soruya.”
“Öyle.” dedi Melis.
“Üniversitede dersime geç kalan
öğrencilerin bana; “Arabayı park edecek
yer bulamadım hocam, o yüzden geç kaldım.” diyorlar. Yaşanan bu olayla
kıyaslayınca hayat adil mi diye soruyor insan kendine. Peki siz bir şey
yaptınız mı bu konuyla ilgili?”
“Yapıyoruz.” dedi Melis ağzında
beklettiği ıslak cevabı tek seferde heceleyerek. “ Burada önemli olan çocuklara
ayakkabı yollamak değil. Sen bugün ayakkabı yollarsın, bir yıl sonra o ayakkabı
eskir, bu çocuklar unutulur, aynı trajedi yine yaşanır. Önemli olan bu çocuklar
hayallerine ulaşana kadar onlara bir şekilde destek olmak. Ancak o zaman onlara
yardım etmiş olabiliriz. Biz de dolaylı yoldan bunu yapmaya çalışıyoruz.”
Bu sefer Melis için sakladığım en içten
gülümsememi elmacık kemiklerimin üzerine yerleştirdim. Melis kahve fincanının
üzerindeki bozuk paraya dokundu; “Bu kahve soğumuş, sıra sende.”dedi. Kahve
falı işi tamamen aklımdan çıkmıştı. “Bak daha önce hiç kahve falı bakmadım. Hem erkek adam ne anlar faldan.”
“Cinsiyet ayrımcılığı yapma.” dedi.
“Cinsiyet
ayrımcılığı yapmıyorum. Sadece birinin geleceğini önceden bilmesinin neyi
değiştirebileceğini merak ediyorum. Bu durumdan kurtulmanın başka bir yolu yok
mu?”
“Bilmem. Var mı sence?”
“Vardır. Zaten istesem de bakamam ben.”
Melis bir saniyeliğine durdu. Sol elinin
parmaklarıyla sağ yüzük parmağının üzerindeki taşlı yüzüğü çıkardı, elinde
çevirdi. Gözleri bir süre yüzüğün parmağında bıraktığı izlerin üzerinde takılı
kaldı. İnsan tenine temas eden her şey geride bir iz bırakıyordu. Kim bilir
başka neler Melis’in vücudunda ve ruhunda iz bırakarak gitmişti. Birini tanımak
istiyorsanız onun aldığı darbelere ve o darbelerin geride bıraktığı izlere
bakmalısınız. İnanç, yıkarken elinizden kayıp düşen ve parçalara ayrılan bir
porselen tabak üzerindeki resimdir. Bütün resme ancak kırılan parçaları
elleriniz kanatsa da bir araya getirerek ulaşabilirsiniz. Bu yüzden Melis’i
tanımak için onun yaşadığı hayal kırıklıklarını bir araya getirip resmin
bütününe öyle bakmam gerektiğini biliyordum. Melis’in yüz hatlarında anlattığı
bir hikâye varsa, giysilerinin altında da anlatılmayı bekleyen başka bir hikâye
vardı. İşin kötü kısmı, hangi hikâyenin beni daha çok sarsacağını bilmiyordum.
İçten içe zamanında Aslı’yı nasıl arzuluyorsam, Melis’i de aynı şiddetle
arzuluyordum.
“Açık bir çay alabilir miyim?” dedi
Melis, “Sen de ister misin?”
“Olur.” dedim. “Benimki normal olsun,
kupada getirirseniz sevinirim.”
Melis bir yerde Aslı’nın aynısıydı.
İkinci çayı açık içmeleri birbirini tanımayan iki insanı birbirine
yakınlaştıran bir benzerlikten de öteydi.
Melis, “Bize gidelim o zaman.” diyerek
fal bakmaktan kurtulmamın tek yolunu bana göstermiş oldu. “Hem sana temize
çektiğim hikâyeleri vermiş olurum.”
“Olur.” dedim garsonun getirdiği kupayı
avuçlarımın içine aldım ve içime yayılmaya başlayan sıcaklığın rengini
düşlemeye çalıştım. Çaylarımızı sessizce bitirdikten sonra hesabı isteyip,
dışarıya çıktık. Melis, Esat’ın arka tarafında Seyranbağları tarafında
oturuyordu. Bunu duyduğumda ilk tepkim; “Neden Seyranbağlarında oturuyorsun?”
olmuştu. Oysaki ben Melis’i hep daha sosyetik bir muhitte otururken hayal
etmişim. “Çankaya’da oturuyorsun sanıyordum.” dedim.
“Bunu düşünmeni ne sağladı?”
“Bir şey sağlamadı, öyle bir havan var.”
diye kendimce bu öngörümün gereksizliğini savuşturmaya çalıştım.
“Arabasız geldim bugün. Sen arabalı
mısın?”
“Bende yayan geldim. İstiyorsan taksiye
binelim şu köşeden.”
“Hava çok güzel, yürüyerek gidelim mi?”
“Bana uyar.” dedim. Ankara rüzgârında
uçları dalgalanan fularını gökyüzünde süzülen bir uçurtma gibiydi. İpi olmadan
çıkabildiği kadar yükseklere çıkmayı arzulayan bir uçurtma. Ben ise uçurtmanın
arkasından süzülerek onu yakalamaya çalışan uzun kuyruğu gibiydim. Esinti
nereye eserse o yönde savruluyordum. Tunalı caddesinden yukarıya, Kuğulu park
tarafına doğru yürümeye başladık. Aynı yoldan geçtiğimiz geçen geceden sonra
her şey gözüme çok daha farklı görünmeye başlamıştı. O gün yanımda yürüyen ile
bugün yanımda yürüyen Melis arasında dağlar kadar fark vardı. Melis değişmemiş,
benim düşüncelerim zamanla evrilmişti. İnsanın bakış açısının zamanın bir alt
fonksiyon olarak göreceli şekilde değişebildiği doğruydu. Size çok çirkin
görünen bir yüzünün altındaki hikaye öğrenildikten sonra o yüz size
“çirkinliği” değil, o kişiyi tanımlayan düşünceleri çağrıştırır. Benzer şekilde
vakti zamanında güzelliğinden dolayı yanına bile yaklaşmaktan çekindiğiniz
kadınların yüzleri bir süre sonra size çok sıradan gelebilir. Bu durum aslında
insanın objelere yüklediği anlamlar ve bu anlamların içerisini doldurup
boşaltmasıyla ilgilidir. Ziraat Bankasının karşısında, eskiden McDonalds’ın
bulunduğu köşe başından sola dönüp yokuş yukarı yürümeye başladık.
“Bu yolu seviyorum.” dedi Melis
“Arabaların geçmediği zamanlar o kadar huzur verici ki.”
“Ama ara sokak olmasına rağmen çok yoğun
bir trafiği var. Ancak gece ikiden sonra bir nebze olsun sessizleşiyor burası.
O saatlerde de yürüyor oluyor musun?”
Benim söylediklerimi duymamış gibi konuşmasına
kaldığı yerden devam etti; “Eskiden babamla alışveriş sonrası ellerimizde
torbalarla buradan yürüyüp eve gelirdik.”
“Baban hayatta mı?” diye sordum.
Boğazımda zor bir soruyu sormuş olmanın verdiği kuruluk vardı.
“Evet.” dedi Melis. “Ankara’da değiller.
Annemle birlikte memlekete taşındılar birkaç yıl önce.”
“Sevindim.” dedim “ Sen öyle söyleyince,
Allah korusun, baban vefat etti sanmıştım.”
Bir durum belirtmeden daha çok bir
temenni olarak; “Gayet sağlıklılar.” dedi Melis. Konuşurken yol sohbetimiz gibi
akıp gitmişti. Kavaklıdere ilköğretim okulunun olduğu köşe başına geldiğimizde
kaldırımın karşı tarafında ufak bir kalabalık toplanmış, iş makinesiyle
kaldırımı kazan belediye görevlilerini izliyorlardı.
“Bizim mahallede bir ara paso su
boruları patlar, belediye ekipleri de gelip toprağı kazıp tamir ederlerdi.”
dedim. “Ne hikmetse bu su boruları hep akşamları herkesin işten gelip,
yemeklerini yiyip, akşam haberleri sonrası çaylarını içtiği saatlerde patlardı.
Gündüz şehri sel götürse umurlarında olmayan belediye ekipleri, ne hikmetse on
dakika içerisinde gelir, tamir işine başlarlardı. Garip şekilde bizim sokakta
bu belediye ekiplerinin iş üstünde izlemek mahalle sakinlerinin bir hobisi
haline gelmişti. Herkes evinden çayını, çekirdeğini getirir, ışıkla
aydınlatılan kazı alanın etrafında toplanır, oturur belediye ekiplerini izlerlerdi.
Tamir bitip çukur kapanma çalışmalarına başladıklarında ise bir tiyatro sahnesi
kapanıyormuşçasına elleri patlayıncaya kadar alkışlarlardı.”
“Sen daha önce nerede oturuyordun ki?”
“Yenimahalle’de, İvedik metrosunun karşı
tarafında.”
“Zaten Ankara’nın yarısına Çankaya’ya,
kalan yarısına da Yenimahalle diyorlar. Hala şu belediyecilik olayında sınır
kavramını anlayabilmiş değilim.”
Yolun kalanında pek konuşmadık. Melis
arada sırada başını yerden kaldırarak etrafı seyrediyordu. Bunun dışında
etrafla pek ilgilenmiyor, yürürken sadece önüne bakıyordu. Bastığı yeri görmek,
bastığı yeri bilmek isteyen insanlardan değildi. Fakat ilgisini dağıtacak, aklını
karıştıracak etkilerden benliğini uzak tutmaya çalıştığı her halinden belli
oluyordu. Melis gibi bir kadının aklını ne karıştırabilirdi ki? Gündüzleri
Melis başka bir insana dönüşüyordu. Geceki hallerini bilmesem Melis’in kişisel
bir çaba ile gündüzleri görünmez olmaya çalıştığını bile düşünebilirdim. Evine
geldiğimizde konuşmadan tam tamına dört yüz atmış beş adım yürümüş, nadiren
konuşmuştuk. Apartman caddenin hemen girişinde, aynı yönde akan iki yolun bir
üçgen misali birleştiği caddenin üzerindeydi. Melis’in evinin olduğu apartman,
çevresindekilere nazaran daha bakımlı ve güzeldi. Apartmanın girişi bu
muhitteki diğer eski yapılara kıyasla yenilenmiş, zemini parlak fayanslar ile
döşenmiş, duvarları ise yeni boyanmıştı. Üzerinden zaman geçse de duvarlara
yapışan tiner kokusu hafif hafif eserek varlığını hatırlatıyordu. Merdiven
korkulukları ise parlak ve kalın metalik malzemeden yapılmış, apartmana
olduğundan daha modern bir hava katmıştı. Üst katlara çıkmaya başlayınca hafif
bir rutubet kokusu ile selamlaştık, bizi pek sevmedi, bir üst kata çıkınca da
bir eyvallah demeden çekip gitti. Melis’in evi üçüncü kattaydı. Anahtarı kapı
kilidine soktu ve sadece tek tur çevirerek kapıyı açtı. İçeride sakladığı
değerli bir şeyi yoktu veya kilitlerin kapıları kapalı tutmaya yetmediğini
bilecek kadar çok yaşamıştı. İçeriye girdiğimizde beni evin salonuna
yönlendirdi. “Sen içeriye geç, bende birazdan geliyorum.” dedi. Sade ve
gösterişsiz bir salonu vardı. Salonun mütevazı dekoru beyaz, tay tüyü kumaşı
ile kaplanmış bir köşe takımı, onun karşısında dört katlı, basamak basamak
aşağıya inen bir kitaplıktan ve bir köşe lambasından oluşuyordu. Koltuk
takımının karşısındaki duvarın önünde bir sehpa, o sehpanın üzerinde bir
televizyon ve onun altında da yeni çıkan sinema ses sistemi vardı. Koltuğa
oturdum ve arkama yaslanıp, salonun sol köşesindeki kitaplığın üzerinde yanıp
söndürülmüş şekilde yarım duran tütsüye, onun yanında mor rengiyle ona eşlik
eden kalın muma baktım. Portakal kabuğuyla karışmış vanilya kokuyordu duvarlar.
Ev adeta Melis ile bütünleşerek, onun yaşayan bir uzantısı olmuştu. Renkli ve
çekiciydi. İlk kez yabancı birinin evinde kendimi rahat hissediyordum. Arkama
yaslanıp, başımı geriye doğru attım ve tavanı izlemeye başladım. Tavan o kadar
pürüzsüz bir şekilde boyanmıştı ki, ne bir boya kalıntısı, ne bir girinti ne de
başka bir çıkıntı vardı. Kendimi güvende hissediyordum. Sırf bu yüzden hiçbir
şey düşünmeden tavanda sadece benim görebildiğim resimler çiziyor, onları
bildiğim ve tanıdığım bütün renklerle boyuyordum. Melis salona girdiğinde hala
tavanı izliyordum; “Ne görüyorsun?” dedi Melis aklımdan geçenleri bir konuşma
baloncuğu içerisinde tek tek okumuşçasına.
“Ne gördüğümü söylesem inanmazsın.”
“İnandır o zaman.” dedi ve ekledi; “Siz
yazarların işi bu değil mi? Okuyucuyu yazan metnin gerçekliğine inandırmak.”
“Kimsenin benim yazılarımı iplediğini
sanmıyorum. Yazı demişken temize çektiğin hikâyelerim nerede?”
“Bekle, birazdan getiririm.” dedikten
sonra mutfağa girdi ve elinde iki kupa kahve ile geri döndü. Uzattığı kırmızı
kupadan ufak bir yudum aldım; “Bunun içerisinde ne var?” diye sordum. Dilimin
ucunda hafif bir acı tat, genzimde ise alkolün verdiği sıcak bir ferahlık hissi
vardı.
“Peri tozu var.” diye geçiştirdi sorumu.
“Beğendin ama değil mi?”
“Beğendim tabii. İçinde kahve olan her
şeyi seviyorum ben zaten. Çiğnemem için bir avuç kahve çekirdeği bıraksaydın da
itiraz etmezdim.” dedim ve Melis’in güzel yüzüne bakıp gülümsedim. Melis’in
yüzünün baktıkça insanın yanaklarını bir iple yukarı çekiyormuşçasına
gülümseten bir yanı vardı. “Hiçbir şey yapmasak bile senin yanında mutluyum.”
dedi Melis ve ardından kahveyi yere bırakarak, oturduğum koltuğa geldi ve
vücudunu benim vücudumun üzerine narince bıraktı. Kalp atışlarımın hızlandığını
hissedebiliyordum. Bir nefes uzağıma gelmişti. Artık aramızda ne bir sır ne de
başka bir bilinmeyen denklem vardı. Yavaşça dudaklarımı dudaklarına doğru
yanaştırdım. Dudaklarımızın temas etmesine bir nefes kala durdum. Havayı
çekerken aslında Melis’in dışarıya verdiği havayı çekiyordum. Çilek kokuyordu.
Dudaklarımız birbirine değmeden öylece duruyordu. “Bir kadının gerçek kokusunu
ancak bu mesafeden alabilirsin” dedim kendi kendime. Ama bu mesafede zihinden
geçirilen her kelime ortak paylaşılmış bir cümlede kullanılmalıydı. “Seni
istiyorum.” diye fısıldadı Melis. Bütün vücudum Melis’in fısıltılı sesinin
tınısı ile titredi. Her ikimizin vücudunu ele geçiren, bizden başka bir güç
vardı sanki. Sele kapılıp giden bir toprak parçası gibiydim. Yükselen sular
bizi bağlı bulunduğumuz ağacın gölgesinden çekip almış, bilmediğimiz
okyanuslara taşımaya başlamıştı. Bu sele daha fazla karşı koyamıyordum. Bu
selin her şeyi yıkıp geçeceğinin farkındaydım. Böyle bir yıkıma hazır mıydım,
bilmiyordum. Ama hangi insan böyle bir sele karşı hazırlıklı olabilirdi ki? Melis
çilek kokan havayla birlikte dudaklarımı da içine doğru çekti. Melis’in alt
dudağını hafifçe ısırarak öptüm. Dudaklarım, bu dudaklara ait her şeyi yıllar
öncesinden hatırlıyor gibiydi. Sıcak ve ıslaktı. O kadar sıcaktı ki,
dudaklarımın bir an için eridiğini düşündüm. Sanki Melis’i öpmeyi bırakırsam
dudaklarımın tekrar katılaşarak o eski haline dönüşüp hissizleşecekti. Aslında
insanın dudakları bir metal yüzeyden farksızdır. Parmak uçlarıyla dokunduğunda
insan vücudunun en hissiz dokusuymuş gibi tepkisiz kalır öylece. Ancak dudaklar
tutku dolu bir başka dudak ile temas ettiğinde eriyip gerçek şeklini alır. Anahtar
kilit uyumu gibi; karşı tarafın dudaklarındaki boşlukları tek tek doldurur. Melis
başını hafif aşağıya kaydırarak boynumu öpmeye başladı. Melis’e sarıldım ve
burnumu saçlarının arasına gömdüm. Aslı’dan sonra ilk kez bir kadını bu kadar
çok istiyordum. Kelimelerin üzerinde bir cambaz misali yürüyebiliyorken bile
içimi kaynatan bu eriyik duyguyu tanımlayamıyordum. Bazen yaşamak için insanın
susması, dinlemesi gerekir. Böyle zamanlarda kelimeler taşıdığı anlamlar ipi
kopan bir uçurtma gibi uçar uzaklara giderdi. Melis’i her öptüğümde, onun narin
tenine her dokunduğumda özgürlüğe giden yolun tutkudan geçtiğini düşünüyordum.
Melis’in pantolonunun düğmelerini birer birer açarken Melis’in kulaklarına
adının gerçek anlamını fısıldıyordum. Üzerine yapışan dar kotunu nazikçe
çıkardım. Melis yalnız gecelerde o kadar çok gökyüzüne bakıp çıplak ayın
altında uyumuştu ki, şimdi o ela gözleri ay ışığı ile dolup taşıyordu. Melis
gömleğimin düğmelerini sökercesine açtı ve göğsümü dudak dokunuşlarıyla
ıslattı. Aceleci davranarak bluzunu çıkardım. Sol göğsü siyah sutyeninden
hafifçe dışarıya taşmıştı. İç çamaşırını biçimli bacaklarının arasından
sıyırarak çıkardım. İkimizde konuşmuyor, onun yerine gittikçe sıklaşan
nefeslerimizin ritmi ile karanlığın içinden ışığa doğru yol alıyorduk. Melis
kulağıma; “Odaya gidelim.” diye fısıldadı. Dudaklarımı dudaklarından ayırmadan koridoru
geçerek Melis’in odasına girdik. Çıplak bedenlerimizi yatağa uzattığımızda arkamızda
bizi kovalayan ne bir geçmiş ne de bir gelecek vardı. Melis’in içine girip,
vücutlarımız tek bir bütün olduğunda zamanın anlamsızlığını kavramaya başladım.
Melis üstüme çıkıp sırtını bana dönünce sol omzundaki dövme pencereden sızan
ışığın üzerinde parladı. Bu dövme her âşık olduğum kadınla beraber beni takip
eden bir hayaletti. Sanskritçe yazılmıştı. Sansktritçe bilmesem bile her
cümlenin anlamı kalbimin üzerine çivi yazısıyla kazınmıştı. Melis’in ıslak
vücuduna tenim temas ederken her bir cümleyi birer birer kulağına fısıldamaya
başladım.
”
Bizi gerçek olmayandan gerçeğe götür
Bizi
karanlıktan ışığa götür
Bizi
ölümlülükten ölümsüzlüğe götür”
Sutranın son kelimesini de fısıldadığımda
duyduğumuz haz ikimizi de ölümsüzlüğün kapılarına yaklaştırmış, karşımızda
uzanan sonsuzluk her ikimize de göz kırpmıştı. Sonsuzluğu gören ve gözleri
kamaşan her insan gibi bizde sırt üstü uzanarak gözlerimizi kapattık. Geride
bir zamanlar her şeyin karanlığın içinde beliren bir ışıkla doğduğunu
hatırlatan bir hikâye kalmıştı.
“Seni
daha önce tanıyor olmalıydım.” dedi Melis. Aramızdaki yakınlaşmayı
açıklayamıyorduk. Âşık olmak bir anda olan bir şey, sevmek ise zaman alan bir
süreçti. Biz ne ilk görüşte âşık olmuş ne de birbirimizi sevebilecek kadar çok
birlikte vakit geçirmiştik.
Kollarımı Melis’in bedenine doladım. “Çok uzun zaman önce seninle
tanışmıştık, sadece sen bunu hatırlayamıyorsun. ”dedim.
Derin bir iç çekti ve “Belki de sen
haklısındır.” dedi “Gelecekten bugüne gelmişimdir.”
“Dünya bir rüyadan ibarettir.” dedi
Melis. “Bunu ilk kim söylemişti, biliyor musun?”
“Descartes değil miydi?”
“Descartes’ten çok daha öncesi var.
Kelebeğin hikâyesini biliyor musun?”
Başımı sola doğru çevirerek Melis’e
baktım. Bugün rüyama giren kelebeğin hikâyesini anlatacak olamazdı. Kusursuz tesadüflere
inanmıyordum.
“Farkında değilsin ama senin yaşam
felsefen taoizme çok yakın.”
“Bu sonuca nasıl vardın peki Melis?”
“Sana bir şey anlatacağım. Onu
dinledikten sonra bu sonuca nasıl vardığımı anlayacaksın.”
“Seni dinliyorum.”
“Çin’de
milattan önce dört yüz yıllarında yaşamış Chuang Tzu adında bir filozof vardır. Bu zen ustası bir gün büyük bir dağın eteğine
serili bir ovadaki tek çınar ağacının altında uyuyakalıyor. Uykusunda kendisini
bir kelebek olarak görüyor. Ağaçların, çiçeklerin arasında uçuyor, başak
tarlalarının arasında kanat çırpıyor. Sonra ağacın altında uyuyan bir adam
görüyor ve onun gölgesinde uyuduğu ağacın dallarına konup akşamüstü güneşini rengârenk
kanatlarının üzerinde hissediyor. Chuang Tzu rüyasından uyanıyor. Tekrar ete
kemiğe büründüğünü görüyor ve kendine şu soruyu soruyor; “Rüya gören hangimizdi?
Kelebek mi benim rüyam? Yoksa ben, kelebeğin gördüğü bir rüya mıyım?”
“Neyin gerçek olup neyin gerçek
olmadığına karar vermek gerçekten çok zor. Bazen ben bile yaşadıklarımın
gerçekliği konusunda şüpheye düşüyorum.”. dedim Melis beynimin kıvrımlarına
takılıp kalan soruları adeta bir cımbızla çekip almıştı. “Sen bir kelebeğin
rüyası kadar güzelsin.” dedi. Melis, dudaklarımı ısırarak öptü. Sevgi ile
tutkunun birbiriyle kusursuz bir şekilde harmanlandığı bir dokunuştu.
“Ekin’e ne olduğunu merak ediyorum. Olanların
devamını yazmış mıydın?”
“Yazmıştım. Hatta senin üzerine kustuğun
kutunun içerisinde olması gerekiyordu.”
“Temize çekmiştim bir kısmını, biraz
beklesene. Temiz çektiğim yazıları getireyim de sende bana o hikâyeyi seç.
Umarım diğerlerinin içerisinde değildir.”
“Olur. Çay var mı?”
“Var ama soğuk, ısıtmam lazım. Sen gidip
çayın altını yaksana, ben de yazıları getireyim.”
“Misafir miyiz ev sahibi mi belli
değil.”
“Hadi çok söylenme de çayın altını yak.
Kupa bardaklar lavabonun üstündeki dolapta.”
Söylene söylene oturduğum yerden kalktım
ve mutfağa gidip çayın altını yaktım. Yalnız yaşayan birine göre oldukça
dağınık bir mutfağı vardı. Lavabonun içi ağzına kadar kirli bulaşık ile
dolmuştu. Buna karşın buzdolabının içi tamtakırdı. Dolabın üst kapağı
restoranların mıknatıslı kart ilanlarıyla doluydu. Sürekli dışarıda yemesine
rağmen formunu nasıl koruyordu merak etmiştim. Ben ocağın mavi alevlerinin
çaydanlığı ısıtışını seyrederken Melis mutfak kapısından kollarının arasında
bir kutuyla girdi.
“Senin kutunu yerini tutmaz ama bununla
idare et şimdilik.”. İçerisi tıka basa kâğıt dolu kutuyu masanın üzerine
bıraktı. Üst taraflardan arka arkaya iliştirilmiş bir kâğıt tomarını çekip
çıkardım. Her bir hikâyeyi bilgisayarda tek tek yazıp, çıktılarını almıştı
Melis. Kutunun içerisinde ise üzerinde adım yazan bir harici bellek vardı.
“Yazdıklarımın çıktısını aldım, orijinal
hallerini ise harici belleğin içerisine attım. Birkaç öykü kaldı temize
çekemediğim.”
“ Ve ne yazık ki aradığın öykü de
onların içinde. Üzgünüm.”
“Yapacak bir şey yok. Zaten hepsini
temize çekmem gerekiyordu. Sağlık olsun.”
“Sen ne zaman bu kadar pozitif bir insan
olmayı öğrendin?”
“Öğrenmedim ben hep böyleydim. Hikâyenin
adı ne?”
“Dört
Ayaklı Taburenin Anıları”
Gerçek olan bir olayla ilgili bir şeyler
yazmak, bir kum tanesini kum saatinin içine düşmeden havada yakalamaya
benziyordu. Yazdığım hikâye kusursuz çekilmiş bir fotoğraf gibiydi; yıllar
geçse bile hatırlattığı anılar insanın içini sızlatıyordu. Ansızın göğsümün sol
yerinde ufak bir sızı peydahlandı. Bu
sızı, doğarken annesinin son nefesini ödünç alarak yaratıcısını öldüren bir
bebekti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder