13 Aralık 2015 Pazar

FLU: Zen






 İlk romanım olan "Flu"dan bir bölüm; 



ZEN



             Melis salona girdiğinde hala tavanı izliyordum; “Ne görüyorsun?” dedi Melis aklımdan geçenleri bir konuşma baloncuğu içerisinde tek tek okumuşçasına.
“Ne gördüğümü söylesem inanmazsın.” 
“İnandır o zaman.” dedi ve ekledi; “Siz yazarların işi bu değil mi? Okuyucuyu yazan metnin gerçekliğine inandırmak.”
“Kimsenin benim yazılarımı iplediğini sanmıyorum. Yazı demişken temize çektiğin hikâyelerim nerede?” 
“Bekle, birazdan getiririm.” dedikten sonra mutfağa girdi ve elinde iki kupa kahve ile geri döndü. Uzattığı kırmızı kupadan ufak bir yudum aldım; “Bunun içerisinde ne var?” diye sordum. Dilimin ucunda hafif bir acı tat, genzimde ise alkolün verdiği sıcak bir ferahlık hissi vardı.
“Peri tozu var.” diye geçiştirdi sorumu. “Beğendin ama değil mi?”
“Beğendim tabii. İçinde kahve olan her şeyi seviyorum ben zaten. Çiğnemem için bir avuç kahve çekirdeği bıraksaydın da itiraz etmezdim.” dedim ve Melis’in güzel yüzüne bakıp gülümsedim. Melis’in yüzünün baktıkça insanın yanaklarını bir iple yukarı çekiyormuşçasına gülümseten bir yanı vardı. “Hiçbir şey yapmasak bile senin yanında mutluyum.” dedi Melis ve ardından kahveyi yere bırakarak, oturduğum koltuğa geldi ve vücudunu benim vücudumun üzerine narince bıraktı. Kalp atışlarımın hızlandığını hissedebiliyordum. Bir nefes uzağıma gelmişti. Artık aramızda ne bir sır ne de başka bir bilinmeyen denklem vardı. Yavaşça dudaklarımı dudaklarına doğru yanaştırdım. Dudaklarımızın temas etmesine bir nefes kala durdum. Havayı çekerken aslında Melis’in dışarıya verdiği havayı çekiyordum. Çilek kokuyordu. Dudaklarımız birbirine değmeden öylece duruyordu. “Bir kadının gerçek kokusunu ancak bu mesafeden alabilirsin” dedim kendi kendime. Ama bu mesafede zihinden geçirilen her kelime ortak paylaşılmış bir cümlede kullanılmalıydı. “Seni istiyorum.” diye fısıldadı Melis. Bütün vücudum Melis’in fısıltılı sesinin tınısı ile titredi. Her ikimizin vücudunu ele geçiren, bizden başka bir güç vardı sanki. Sele kapılıp giden bir toprak parçası gibiydim. Yükselen sular bizi bağlı bulunduğumuz ağacın gölgesinden çekip almış, bilmediğimiz okyanuslara taşımaya başlamıştı. Bu sele daha fazla karşı koyamıyordum. Bu selin her şeyi yıkıp geçeceğinin farkındaydım. Böyle bir yıkıma hazır mıydım, bilmiyordum. Ama hangi insan böyle bir sele karşı hazırlıklı olabilirdi ki? Melis çilek kokan havayla birlikte dudaklarımı da içine doğru çekti. Melis’in alt dudağını hafifçe ısırarak öptüm. Dudaklarım, bu dudaklara ait her şeyi yıllar öncesinden hatırlıyor gibiydi. Sıcak ve ıslaktı. O kadar sıcaktı ki, dudaklarımın bir an için eridiğini düşündüm. Sanki Melis’i öpmeyi bırakırsam dudaklarımın tekrar katılaşarak o eski haline dönüşüp hissizleşecekti. Aslında insanın dudakları bir metal yüzeyden farksızdır. Parmak uçlarıyla dokunduğunda insan vücudunun en hissiz dokusuymuş gibi tepkisiz kalır öylece. Ancak dudaklar tutku dolu bir başka dudak ile temas ettiğinde eriyip gerçek şeklini alır. Anahtar kilit uyumu gibi; karşı tarafın dudaklarındaki boşlukları tek tek doldurur. Melis başını hafif aşağıya kaydırarak boynumu öpmeye başladı. Melis’e sarıldım ve burnumu saçlarının arasına gömdüm. Aslı’dan sonra ilk kez bir kadını bu kadar çok istiyordum. Kelimelerin üzerinde bir cambaz misali yürüyebiliyorken bile içimi kaynatan bu eriyik duyguyu tanımlayamıyordum. Bazen yaşamak için insanın susması, dinlemesi gerekir. Böyle zamanlarda kelimeler taşıdığı anlamlar ipi kopan bir uçurtma gibi uçar uzaklara giderdi. Melis’i her öptüğümde, onun narin tenine her dokunduğumda özgürlüğe giden yolun tutkudan geçtiğini düşünüyordum. Melis’in pantolonunun düğmelerini birer birer açarken Melis’in kulaklarına adının gerçek anlamını fısıldıyordum. Üzerine yapışan dar kotunu nazikçe çıkardım. Melis yalnız gecelerde o kadar çok gökyüzüne bakıp çıplak ayın altında uyumuştu ki, şimdi o ela gözleri ay ışığı ile dolup taşıyordu. Melis gömleğimin düğmelerini sökercesine açtı ve göğsümü dudak dokunuşlarıyla ıslattı. Aceleci davranarak bluzunu çıkardım. Sol göğsü siyah sutyeninden hafifçe dışarıya taşmıştı. İç çamaşırını biçimli bacaklarının arasından sıyırarak çıkardım. İkimizde konuşmuyor, onun yerine gittikçe sıklaşan nefeslerimizin ritmi ile karanlığın içinden ışığa doğru yol alıyorduk. Melis kulağıma; “Odaya gidelim.” diye fısıldadı. Dudaklarımı dudaklarından ayırmadan koridoru geçerek Melis’in odasına girdik. Çıplak bedenlerimizi yatağa uzattığımızda arkamızda bizi kovalayan ne bir geçmiş ne de bir gelecek vardı. Melis’in içine girip, vücutlarımız tek bir bütün olduğunda zamanın anlamsızlığını kavramaya başladım. Melis üstüme çıkıp sırtını bana dönünce sol omzundaki dövme pencereden sızan ışığın üzerinde parladı. Bu dövme her âşık olduğum kadınla beraber beni takip eden bir hayaletti. Sanskritçe yazılmıştı. Sansktritçe bilmesem bile her cümlenin anlamı kalbimin üzerine çivi yazısıyla kazınmıştı. Melis’in ıslak vücuduna tenim temas ederken her bir cümleyi birer birer kulağına fısıldamaya başladım.
” Bizi gerçek olmayandan gerçeğe götür
Bizi karanlıktan ışığa götür
Bizi ölümlülükten ölümsüzlüğe götür”
Sutranın son kelimesini de fısıldadığımda duyduğumuz haz ikimizi de ölümsüzlüğün kapılarına yaklaştırmış, karşımızda uzanan sonsuzluk her ikimize de göz kırpmıştı. Sonsuzluğu gören ve gözleri kamaşan her insan gibi bizde sırt üstü uzanarak gözlerimizi kapattık. Geride bir zamanlar her şeyin karanlığın içinde beliren bir ışıkla doğduğunu hatırlatan bir hikâye kalmıştı.
            “Seni daha önce tanıyor olmalıydım.” dedi Melis. Aramızdaki yakınlaşmayı açıklayamıyorduk. Âşık olmak bir anda olan bir şey, sevmek ise zaman alan bir süreçti. Biz ne ilk görüşte âşık olmuş ne de birbirimizi sevebilecek kadar çok birlikte vakit geçirmiştik.
Kollarımı Melis’in bedenine    doladım. “Çok uzun zaman önce seninle tanışmıştık, sadece sen bunu hatırlayamıyorsun. ”dedim.
Derin bir iç çekti ve “Belki de sen haklısındır.” dedi “Gelecekten bugüne gelmişimdir.”
“Dünya bir rüyadan ibarettir.” dedi Melis. “Bunu ilk kim söylemişti, biliyor musun?”
“Descartes değil miydi?”
“Descartes’ten çok daha öncesi var. Kelebeğin hikâyesini biliyor musun?”
Başımı sola doğru çevirerek Melis’e baktım. Bugün rüyama giren kelebeğin hikâyesini anlatacak olamazdı. Kusursuz tesadüflere inanmıyordum.
“Farkında değilsin ama senin yaşam felsefen taoizme çok yakın.”
“Bu sonuca nasıl vardın peki Melis?”
“Sana bir şey anlatacağım. Onu dinledikten sonra bu sonuca nasıl vardığımı anlayacaksın.”
“Seni dinliyorum.”
 “Çin’de milattan önce dört yüz yıllarında yaşamış Chuang Tzu adında bir filozof vardır.  Bu zen ustası bir gün büyük bir dağın eteğine serili bir ovadaki tek çınar ağacının altında uyuyakalıyor. Uykusunda kendisini bir kelebek olarak görüyor. Ağaçların, çiçeklerin arasında uçuyor, başak tarlalarının arasında kanat çırpıyor. Sonra ağacın altında uyuyan bir adam görüyor ve onun gölgesinde uyuduğu ağacın dallarına konup akşamüstü güneşini rengârenk kanatlarının üzerinde hissediyor. Chuang Tzu rüyasından uyanıyor. Tekrar ete kemiğe büründüğünü görüyor ve kendine şu soruyu soruyor; “Rüya gören hangimizdi? Kelebek mi benim rüyam? Yoksa ben, kelebeğin gördüğü bir rüya mıyım?” 
“Neyin gerçek olup neyin gerçek olmadığına karar vermek gerçekten çok zor. Bazen ben bile yaşadıklarımın gerçekliği konusunda şüpheye düşüyorum.”. dedim Melis beynimin kıvrımlarına takılıp kalan soruları adeta bir cımbızla çekip almıştı. “Sen bir kelebeğin rüyası kadar güzelsin.” dedi. Melis, dudaklarımı ısırarak öptü. Sevgi ile tutkunun birbiriyle kusursuz bir şekilde harmanlandığı bir dokunuştu.
“Ekin’e ne olduğunu merak ediyorum. Olanların devamını yazmış mıydın?”
“Yazmıştım. Hatta senin üzerine kustuğun kutunun içerisinde olması gerekiyordu.”
“Temize çekmiştim bir kısmını, biraz beklesene. Temiz çektiğim yazıları getireyim de sende bana o hikâyeyi seç. Umarım diğerlerinin içerisinde değildir.”
“Olur. Çay var mı?”
“Var ama soğuk, ısıtmam lazım. Sen gidip çayın altını yaksana, ben de yazıları getireyim.”
“Misafir miyiz ev sahibi mi belli değil.”
“Hadi çok söylenme de çayın altını yak. Kupa bardaklar lavabonun üstündeki dolapta.”
Söylene söylene oturduğum yerden kalktım ve mutfağa gidip çayın altını yaktım. Yalnız yaşayan birine göre oldukça dağınık bir mutfağı vardı. Lavabonun içi ağzına kadar kirli bulaşık ile dolmuştu. Buna karşın buzdolabının içi tamtakırdı. Dolabın üst kapağı restoranların mıknatıslı kart ilanlarıyla doluydu. Sürekli dışarıda yemesine rağmen formunu nasıl koruyordu merak etmiştim. Ben ocağın mavi alevlerinin çaydanlığı ısıtışını seyrederken Melis mutfak kapısından kollarının arasında bir kutuyla girdi.
“Senin kutunu yerini tutmaz ama bununla idare et şimdilik.”. İçerisi tıka basa kâğıt dolu kutuyu masanın üzerine bıraktı. Üst taraflardan arka arkaya iliştirilmiş bir kâğıt tomarını çekip çıkardım. Her bir hikâyeyi bilgisayarda tek tek yazıp, çıktılarını almıştı Melis. Kutunun içerisinde ise üzerinde adım yazan bir harici bellek vardı.
“Yazdıklarımın çıktısını aldım, orijinal hallerini ise harici belleğin içerisine attım. Birkaç öykü kaldı temize çekemediğim.”
“ Ve ne yazık ki aradığın öykü de onların içinde. Üzgünüm.”
“Yapacak bir şey yok. Zaten hepsini temize çekmem gerekiyordu. Sağlık olsun.”
“Sen ne zaman bu kadar pozitif bir insan olmayı öğrendin?”
“Öğrenmedim ben hep böyleydim. Hikâyenin adı ne?”
Dört Ayaklı Taburenin Anıları
Gerçek olan bir olayla ilgili bir şeyler yazmak, bir kum tanesini kum saatinin içine düşmeden havada yakalamaya benziyordu. Yazdığım hikâye kusursuz çekilmiş bir fotoğraf gibiydi; yıllar geçse bile hatırlattığı anılar insanın içini sızlatıyordu. Ansızın göğsümün sol yerinde ufak bir sızı peydahlandı.  Bu sızı, doğarken annesinin son nefesini ödünç alarak yaratıcısını öldüren bir bebekti.

25 Kasım 2015 Çarşamba

Flu- Mürekkep Balıkları Üzerine




Bence insanların düşünce sistemi kalın çizgilerle ayık ve ayık olmadığı dönem olarak ikiye ayrılmalıdır. Arkadaşlarımın söylediğine bakılırsa ayıkken dünyanın en mantıklı, en tatlı ve en masum insanı iken, alkollü olduğumda bir o kadar kavgacı, huysuz ve sevimsiz oluyormuşum. Alkol kısa süreliğine de olsa dış dünyayla olan bağlantımı kesiyor, parmaklarımın ucunda gerçeklik duvarının ötesindeki hayata bakabilmeme olanak sağlıyordu. Alkolik değildim. Evde tek başıma kaldığımda içmez, sadece Cumartesi akşamları arkadaşlarımla birlikteyken birkaç kadeh içerdim. Sırf bu yüzden içtiğim bir iki kadeh içki beni hemen çarpar, çakırkeyif olmamı sağlardı. O gece Özgün ile görüştükten sonra Senem’in yanına gitmiş ve birlikte bir şişe kırmızı şarabın sonunu görmüştük. Kafam bir tarafında sarhoşluğun bir tarafında ayıklığın bulunduğu sınır hattı üzerinde gidip geliyordu. Eve geldikten sonra üstümü çıkarıp duşa girdim. Duşa kabine girdikten sonra musluğu çevirdim ve sıcak su ile soğuk su arasındaki ince çizgiyi bulana kadar hem yandım hem de üşüdüm. Su saçlarımın arasından kayıp omuzlarımdan aşağı doğru aktı. Omzumdan aşağıya düşen su damlalarına baktım. Duşta, vücudu binlerce su damlasıyla kaplı haldeyken daha iyi düşünebilen insanlardandım. Gün içerisinde aklıma gelmeyen kızgınlıklar, pişmanlıklar, mutluluklar ve hüzünler bir araya gelip su damlalarının suretinde zihnime doluyordu. Her bir su damlasının tenimin üzerinden akıp gitmesini izlediğim süre içerisinde hem yaşanmamış pişmanlıkları yaşıyor, hem sevinilmemiş zaferleri kutluyordum. Bir su damlası olabilmeyi isterdim. Bir su damlası gibi aynı anda hem gökte hem yerde olabilmeyi, aynı anda binlerce parçaya ayrılırken tekrar bir bütün olabilmeyi… Benim gibi insanların günah çıkarma odasıdır duşlar. Su akıp gittikçe hem bedenden hem ruhtan yaşanmışlıkların izlerini siler. Yıkanmak belki de kişinin kendine arınması işleminin adıdır. İlginç bir gün olmuştu. Düşünmem gereken o kadar çok şey vardı ki. Hayatın beni artık daha fazla şaşırtamayacağı yaşa geldiğimi düşünürken bu olan bitenler düşüncelerimi allak bullak etmişti. Binlerce insan, binlerce yüz görmüştüm. Hayatın ve zamanın tükettikçe ileriye doğru aktığını düşünmüştüm. Aslında zaman fiziksel olarak sadece ileriye akarken, insanın zihninde ileriye doğru atılan her bir adımı geriye doğru atılan iki ardışık adım takip ediyordu. Duştan çıktıktan sonra sol omuzumun altında, kürek kemiğimin arkasındaki dövmemin üzerini nemlendirici ile okşadım. Parmaklarım Sanskritçe yazılmış dövmenin derimin üzerinde oluşturduğu izleri takip etti. Bornozu üzerime geçirip banyodan çıktım ve direk mutfağa doğru yöneldim. Dünden kalan çaydanlığın içini boşaltıp suyla çalkaladıktan sonra içerisine iki kaşık çay attım, kısık ateşte demlemeye bıraktım. Çayın kokusunu seviyordum. Akşamlarımı daha huzurlu kılıyordu. Çocukluğumu ve ailemle yaşadığım zamanları hatırlatıyordu bana. Babam emekli olmadan önce Sakarya caddesinde, Ankara’nın bilinen mekânlarının birinde şef garson olarak çalışırdı. Babamdan önce aynı mekânda dedem baş aşçı olarak çalışıyormuş. Küçükken dedem bana “Eskiden benim çalıştığım restoranda tatlımı yiyip de yüzü gülmeyen müşteriden para almazdık.” diye anlatırdı.  Babam eve ben uykuya daldıktan sonra gelirdi. Babam ile aramda kimseye sır olarak bile anlatamayacağım kadar özel bir ilişki vardı. Biraz çay, biraz tütün, biraz da elma kokan bir ilişki. Saat kaç olursa olsun babamla çay içip sohbet etmeden asla uyumazdım. Babam çokça dinler, az ve öz konuşurdu. Bilge bir insandı. Her zaman gizli kutusunun içinde benim için anlatılacak bir şeyleri olurdu. Bazen bir anı, bazen gün içerisinde yaşanan ufak bir olay... Hepsi benim için o kadar değerliydi ki, babamla içtiğim çayları hep yavaş içerdim bu yüzden. Çay bittiğinde sohbetin de biteceğini düşünürdüm. 
     Çayı demlenmeye bıraktıktan sonra odaya girdim. Bornozu çıkarmadan yatağa uzandım, bir süre öylece durarak tavanı izledim. Daha sonra gardırobu açtım, üzerime beyaz bir bluz, altına ise beyaz şeritli yeşil bir eşofman giydim. Tekrar yatağa uzandım. Yatağa uzanmamı bekliyormuşçasına telefonum ansızın çalmaya başladı. Kimseyle konuşacak halim yoktu. Ama yine de telefonu elime aldım, Feyyaz arıyordu. Telefonu meşgule attım. Evin en sevdiğim köşesine yerleştirdiğim üçlü kanepenin üzerine kuruldum. Kanepenin hemen yanında duran üçayaklı siyah sehpanın üzerindeki kumandayı alıp, televizyonu açtım. Reytingi yüksek,  zekâ seviyesi düşük eğlence programlarını zapladım. Birkaç müzik kanalını da geçtikten sonra kumandanın tuşları vahşi yaşam belgesel kanalında takılı kaldı. “Mavi Yaşam” belgeselinde başrolü binlerce oyuncu adayı arasından mürekkep balığı kapmıştı. Belgeseli seslendiren dublörün tok sesi denizin altından geliyor gibi ıslaktı;
Mürekkep balığı kaslı emme ağızlarına sahip on kolu olan bir deniz canlısı. Bir denizaltı misali, gövdesinin arka kısmından püskürttüğü su sayesinde hızla ilerleyebilmektedir. Deniz üzerinde ilerleyen itmeli jet motorları da aynı prensip ile çalışmaktadır. Tasarımcının mürekkep balıklarından mı esinlendiği ise bilinmemektedir.”
Mürekkep balığına uzun uzun baktım. Vücudu altına gömüldüğü kumun rengine bürünmüş, kum ile bir bütün olmuştu. Öylece oturup, kumun altına gizlenmiş olan mürekkep balığının avını nasıl pusuya düşüreceğini seyrettim. Belgeseli izlerken bir mürekkep balığı şablonuyla bana ve hemcinslerime toplum tarafından dayatılan kadın portresini üst üste bindirdim. Benzer noktaların -ki hayli fazlaydılar- altını koyu renkli bir kalemle kalın kalın çizdim. Bir kadın her ortama uyum sağlayabilmeli, bir ahtapot gibi on kolu olmasa da on parmağında on marifet olmalıydı. Bir kadın hem çalışmalı, hem evin temizliğini yapmalı hem de sürekli gülümsemeliydi. Bazı kadınlar gibi ahtapotlar da gülümsemezdi hiç. Bu yüzden bazı kadınlar gülümsemeyen taraflarını kumun altına gömerken, gülümseyebilen sıfatlarını açıkta bırakırlardı.  Kimse çınar ağaçlarının derinlere inen kökleriyle ilgilenmezdi. Düşüncelerimin ayazında titrerken, mutfaktan fokurdayan çaydanlığın çıkardığı ıslık sesleri gelmeye başladı. Oturduğum yerden zor da olsa ayağa kalktım. Kanepenin altına sıkışmış duran terliğimi eğilip almaya üşendiğim için ilkin parkenin belirli bir kısmını örten halının üzerine, oradan koridorun fayanslarını süsleyen yolluğun üzerinden sıçrayarak mutfağa doğru yöneldim. Beyaz kupaya çay doldurdum ve bir süre kupayı avuçlarının içinde tutarak ellerimi ısıttım. İlk yudumu almadan önce dudaklarımı kupanın kenarına yaklaştırdım ve usulca üflemeye başladım. Dudaklarımı ısıtan ilk yudum avucumun içindeki kaygıları bir kar tanesi gibi eritti. Geride dudaklarımın üzerinde bir zamanlar soğuğun ve karın hüküm sürdüğünü hatırlatan bir ıslaklık kaldı. Telefon tekrar çaldı, Feyyaz arıyordu.  Bu sefer gelen çağrıyı meşgule atmak yerine ekranın sol alt tarafına dokunarak telefonunu sessiz konuma getirdim. Özgün, telefon numaramı istememişti. Belki de aradığı şeyi bende bulamamıştı. Egomu derinden yaralayan bu duruma içten içe sinir oldum. Kendi kendime; “Ne yani sadece Özgün istediği zaman mı görüşeceğiz? Onun sorulacak soruları varsa benim de var.” dedim ve ardından dizüstü bilgisayarımı açtım ve posta kutumu açarak yeni ileti yazmaya koyuldum.
  
 Güzel geceler Özgün
Bugünkü görüşmemizden sonra artık benim de sana sorulacak sorularım var. Hem durumu eşitlememiz gerekiyor. Şu an sen bir sıfır öndesin. Yenilmeyi sevmem. Yarın akşam saat sekizde Tunalı’daki Corvus Pub’da ol.  Erken gelirsen bana kahve kendine ellilik Guiness siyah bira söyle ve ben gelmeden sakın içmeye başlama. 
Görüşmek üzere
Melis”
Bilgisayarın imleci ile “gönder” tuşuna bir kere tıkladıktan sonra bu e-postayı yazanın ben mi yoksa gece yarısından sonra dile gelen egom mu olduğunu düşündüm. Küçük kardeşinin arkasından kıçını toplayan şefkatli ve sorumluluk sahibi bir abla gibi yaptıklarımın sonuçlarına katlanmak üzere ajandama bu randevuyu kaydettim. Altına ise;
“Hangi soruları soracaksın ki?” diye not düştüm.