20 Ocak 2014 Pazartesi

BÖLÜM 4: 27 Şubat Günü Saat 09:32'de Doğdu

“Through my love for you, I want to express my love for the whole cosmos, the whole of humanity, and all beings. By living with you, I want to learn to love everyone and all species. If I succeed in loving you, I will be able to love everyone and all species on Earth... This is the real message of love.”
                                                                                                     Thích Nhất Hạnh, Teachings on Love




Sevgi için yapılan saçma sapan şeyleri, derleyip, toplayıp, bir kutucuğun içine sıkıştırdıktan sonra, bütün olan biteni  "yaratıcılık" kavramı ile açıklayabilir miyiz ? Sabah saat 07 45'de Beytepe'ye geldiğimde kendime bu soruyu soruyordum. Zira bu saatte okulda ne yaptığımı açıklayabilecek tek şey buydu.Arabayı "A"nın bölümünün giriş kapısını gören otoparkın en sote yerine çekmiştim. Arabanın içi soğuktu. Yan koltukta frambuazlı ufak bir yaşpaşta, vites kutusunun önünde ise üzeri yazılıp yazılıp çizilmiş lila rengi bir post-it yığını duruyordu. 

. Bir yandan sabah kahvemi içiyor bir yandan da not kağıdı üzerine ne yazsam diye düşünüyordum. Mevcut durumum içler acısıydı. Amerikan filmlerinde ortağıyla takipte olan siyah güneş gözlüklü federaller gibiydim. Tek fark sağ ön yolcu koltuğunda sıkı bir ortak yerine, kendi çapında bir albenisi olan frambuazlı bir yaşpastanın oturuyor olmasıydı.  Göz ucuyla ortağıma bakıp, "naber çaylak" dedim, pas vermedi. 

Saat 7:55 olduğunda arabadan indim, yan koltuktan paketlenmiş suç ortağımı da yanıma alıp A'nın bölümüne doğru yürümeye başladım. Etrafta başıboş gezen birkaç köpek vardı. Beytepe için saat o kadar erken olmalıydı ki, normalde birini görünce etrafında pervane olanköpekler bile beni kaale almayıp, istiflerini bozmadan yürümeye devam ettiler. Yavaş ama emin adımlarla A'nın bölümüne doğru yürüdüm. Giriş kapısı hala kilitliydi. Etrafa baktım, benden başka kimse yoktu. Sadece yan bölümün kantincisi etrafı topluyor, masaları siliyordu. Yanında çalışan kısa ve tıknaz diğer adam ise sabah çayını demliyordu. Üzerimdeki ince montun soğuğa karşı en iyi çözüm olmadığını anladıktan sonra ısınmak için o saatte açık tek yere doğru yürüdüm. Kantin bergamotlu çay kokuyordu. İçeriye girdim, cebimden bozuk para çıkarıp çay söyledim. Hacettepe'de bölümlerin değişik bir mimarisi olduğunu burada okuyan veya çalışan herkes bilir. Bazı bölümler birbirine asma katlar, ara koridorlar ile bağlıdır. Bu yüzden uykulu gözlerle  verdiğim bozuk paraları sayan kantinciye yandaki bölüme bu bölümden veya başka bir bölümden başka bir geçiş olup olmadığını sordum. Sorumu takiben kantinci para saymaya ara verip beni baştan aşağı süzdü. Üstümdeki çakma deri monta ve elimdeki pasta kutusuna baktıktan sonra benim sipariş pasta getiren bir paketçi olduğumu düşünerek:

"Sen hangi hocaya pasta getirdin ki?" diye sordu.Merakın sabah uykusunu bile yenebildiğini görünce şaşırdım.

"Arkadaş ziyaretine geldim dayı" diye cevapladım. "Bölüm kapısı genelde kaçta açılır ki?"

Benden laf alamayacağını anlayınca: "Valla ben bilmem, güvenlik kaçta geliyorsa o saatte açılır." dedi  kayıtsız bir tavırla. Teşekkür edip, kenardaki masalardan, bölüm kapısını gören birine oturdum. Çayımdan onyedinci yudumu almış, müzik çalarda sıradaki üçüncü şarkıya geçmiştim ki elinde bond çantası olan orta yaşlı bir adam bölüm kapısına doğru geldi, kapıyı açtı. Saati kontrol ettim, 08: 12'ydi. A'nın servisinin durağa 08:15'de gelecekti. Üç dakika içinde pastayı kapıya bırakıp, yakalanmadan çıkmam gerekiyordu. Kapıyı açan adamın üst kata çıkmasını bekledikten sonra bölüm merdivenlerinden yukarı doğru çıktım ve birinci katta, koridor sonundaki odaya doğru yöneldim. Koridor tahmin ettiğim gibi bomboştu. Birazdan koridorlar ders kaydı için gelen öğrenciler tarafından doldurulacaktı. Şanslıydık. Rektörlük çoğu bölümdeki asistanlardan danışmanlık görevlerini almış, bu işi öğretim üyelerinde devretmişti. Sadece A'nın bölümü gibi birkaç istisnai bölümde bu görev hala asistanlar tarafından ifa edilmektekteydi.

Kapısının önüne geldim, pastayı pencerenin kenarına bıraktım. Elimdeki post-it kağıdının üzerine:

"Danışmanlık yapmaz zorunda olan şanslı(!) araştırma görevlilerine, afiyet olsun" diye yazdım. 

Tanrı'nın sol eline sahip değildim. Bu yüzden adalet dağıtmak yerine mevcut durumları çekilebilir kılmaya çalışıyordum. Arkamı döndüm ve hızlıca merdivenlere doğru yöneldim. Birinci sıra merdivenleri inmeyi tamamlamıştım ki A'yı kapıdan girerken gördüm. Montun kapşonunu gayri ihtiyari bir hareketle başıma geçirdim. Neyseki A telefonuyla oldukça meşgul görünüyordu. Mesaj yazdığı için beni yanından geçerken görmedi. Derin bir soluk alıp, arabayı kendi bölümümün önüne çektim ve odama çıktım.

Odaya çıktıktan sonra, kırmızı koltuğuma oturup tavanı izlemeye başladım.Bu sabah olanları düşününce ağır saçmaladığımı farkettim. İçimi kötü bir pişmanlık ve mahcubiyet duygusu sardı. Neden imkansız şeyleri bu kadar zorluyordum ki? 

A'yı görmek için haftalardır küçük ama yaratıcı bahaneler bulmaya çalışıyordum. Bugün yaptığım ise sadece bunlardan biriydi. Bir gülümsemeyi görmek için ne kadar yaratıcı olmak gerekirdi ki? A'nın gülümsemesi güneşin doğması gibiydi, kendiliğinden, çabasız ve sıcak. Saatler kaçı gösterirse göstersin, güneş doğmadan günün başladığına kimse inanmaz. Herkes zaman kavramına algılayabildiği bir referans noktası üzerinden bakar. Benim referans noktam zaman değil, A'nın gülümsemesiydi artık.  Güneş güneyden değil A'nın geldiği yönden doğuyordu.  Aşk doğudan doğduğu yönü kişiselleştirebileceğin kadar bencil bir duyguydu. Çünkü kimi zaman iki kişilik, kimi zaman tek kişilik yaşanıyordu. Sorsan kimsenin aşkı diğerine benzemiyordu. Sanki çarpan her kalp birbirinden farklı kar taneleri gibi eşsizdi. Dünya üzeirnde o kadar çok acı çekiliyordu ki. Dünyanın bir yerlerinde insanlar açlıkla, yoksullukla, ölümle, savaşla mücadele ederken pembe götümü yasladığım kırmızı koltuktan aşk acısı çektiğimi iddia etmek bana dünyanın en büyük iki yüzlülüğü gibi geliyordu. Ama doğası gereği hayat bencildi. Belkide aşk hayatla en içiçe geçebilen duygu olduğu için bencildi. Doğasını bunu gerektiriyordu. Bizde doğanın bir parçasıydık ve herbirimiz bir diğerimizden daha bencildik. 

Vicdan azabı, utanç ve suratımda tüm bunlara rağmen aptal bir sırıtma ile otururken e-posta kutumun ışığı yandı. "A" pasta için teşekkür ediyor, mahçup olduğunu belirtiyordu. 

Benimle bir kahve içerse mahcubiyetinin gidebileceğini söyledim. 

Olur dedi. 

Saate baktım, 09 :32'ydi.  Önümdeki not defterine çirkin el yazımla şu not düştüm: 

27 Şubat günü güneş 09:32'de dogdu.