13 Şubat 2014 Perşembe

BÖLÜM 6: HİTEN



 Time is not separate from you, and as you are present, time does not go away. As time is not marked by coming and going, the moment you climbed the mountains is the time-being right now. If time keeps coming and going, you are the time-being right now." 
                                                                  
                                                                                                                                 Dogen



Tunalı Hilmi caddesi boyunca Mayıs rüzgarını arkama almış, yürüyordum. Ne kadar yürüdüğümü bilmiyordum. Bazen böyle olur. Zaman akıp gitmek yerine duvara çivilenir kalır. Ağaca asılı bir uçurtma gibi neresinden çekersen çek seninle gelmez. Zorlarsan kanatları yırtılır. İnsan insanı kabul etmez ya, işte bazende zaman seni içine kabul etmez. Zaman, rüzgarları ile diğer insanları geleceğe taşırken, seni es geçer, olduğun yerde bir adım geride bırakır.Zaman durur bazen  ama biz gene büyürüz. Ama  büyümek bilmeye, bilmek ise mutlu olmaya yetmez. Zamanın bize ne getireceğini bilemeden bekler dururuz. Bir ömür ne yapacağımızı bilememenin çaresizliğini yaşarız. Uzun süredir yaşadığım bu çaresizlik bizi Mayıs ayına kadar getirmişti ve A evlenmek üzereydi. Nikah tarihinin ne zaman olduğunu sorduğumda ise ısrarla susuyor, söylemiyordu.

 "Kendodan F ile B  3 Haziran'da evleniyorlarmış. Düğünde F, Kimbra'dan "Settle Down" şarkısını söyleyecek, ben bas gitarla, kendodaki diğer arkadaş ise gitar ve klavyeyle şarkıya eşlik edeceğiz." dedim. Amacım A'nın düğün tarihini başka yollardan öğrenmekti.

Ama A hiçbir zaman tuzağıma düşmüyordu. Bir gün dayanamadım ve patladım: 

"Neden söylemiyorsun sen ya?"

" Sadece, o günü kötü hatırlamanı istemiyorum." dedi gözünü benden uzağa doğru kaçırarak.

"Bütün bir yılın, bütün aylarını ve bütün ayların, bütün günlerini mi kötü hatırlamamı istiyorsun?" diye sordum kendimi gülümsemeye zorlayarak. "İçinde sen olan bir şeyi nasıl kötü hatırlayabilirim ki hem?"

"Kandırıkçı seni" dedi koluma vururken yüzünde ufak bir gülümsemeyle. Gülümsemek onun o güzel yüzüne o kadar yakışıyordu ki."Seni tanımaktan asla pişman olmayacağım." dedi A.

"Öyle mi?" dedim kendimden beklemediğim bir kayıtsızlıkla. Geçmiş zaman ekini kullanarak konuşması canımı sıkmıştı. Şimdiye kadar o kadar çok şey bulup kaybetmiştim ki, bir yenilgi daha neyi eksiltir ki diyordum kendimi teselli etmeye çalışırcasına. Kadınlardan yana talihim hiç dönmemişti zaten. Ben kadınlar için hep "güvenli" bölge olmuştum. Fırtına zamanları bana sığınmışlar, fırtına diner dinmez ise arkalarına bakmadan beni terk etmişlerdi. Doğanın kanunuydu bu. Kızlar iyi kalpli erkekleri aldatır, çakal çocuklar ise onları aldatırlardı. Hem her şey zıttıyla varolmaz mıydı hayatta. Siyah olmadan beyaz olmazdı. Birileri aldatılmadan başkaları aldatamazdı. Birileri ayrılmasa birileri birlikte olmaya başlayamazdı. Birileri vazgeçmezse, birileri evlenemez, birlikte olamazdı. Sevmenin özgür bırakmak olduğu öğretilmişti. Bildiklerimden ve kendimden asla şüphe etmemiş biriydim. Bu yüzden hayatıma giren bütün kadınları çok sevdim. Ama en çok A'yı sevdim . Bu yüzden en çok onu özgür bıraktım.

"Neden daha önce benimle tanışmadın?" diye çıkıştı A, hafif sinirli bir ses tonuyla. "Daha önce olsaydı, nişandan önce tanışsaydık keşke. Belki herşey daha farklı olabilirdi."

Herşeyin daha farklı nasıl olması gerektiğini bilmiyordum. Zamanı ne yaparsam yapayım yakalayamıyordum. A'nın sözleri kulağımda ikinci kere yankılandı. Kelimeleri hiçlikten tekrar doğmuş, o, tekrar aynı kelimeleri hecelemiş gibi yankılanmıştı.

" O zamanlar zaten senin hayatında  şu an ki nişanlın yok muydu?" dedim. "Hem o zamanlarda benimde sevgilim vardı."

"Biliyorum" dedi unutulmuş bir gerçeği hatırlamış gibi.

Herşey doğru zamanda doğru yerde olmakla ilgiliydi galiba. Bir türlü açamadığım bir kavanoz kapağı gibiydi hayatım. Ne kadar yumuşak, ne kadar sert çevirirsem çevireyim açılmayan bir kavanoz kapağı gibi. Düzeltmeye ne kadar uğraşırsak uğraşalım hiçbirşeyin değişmediği hayatlarımız vardı. Kavanozun kapağını çok zorlarsan yalama oluyor, sonrasında ise  açılmıyor, açılsa bile muntazam şekilde kapanmıyordu. Ama bazı insanlar doğuştan şanslı oluyordu. Mutlu olmak için çabalamalarına gerek kalmıyordu. Hem onlar senin saatlerce açmak için kendini paraladığın kavanozu eline alıp kolayca açabiliyorlardı.


"Gece ben uyumadan birşeyler anlatmak ister misin bana?" diye sordu konuyu değiştirmek ister bir nidayla. Son bir buçuk aydır neredeyse her gün A ile bir şekilde buluşuyor görüşüyorduk. Akşamları ise evlere gittiğimizde telefonlaşıyor yada mesajlaşıyorduk.  O uyumadan önce aklıma gelen birşeyleri ona anlatıyordum, telefonun diğer ucunda o dinliyordu. Dinlerken yatağına uzanmış oluyordu. Her kelimemle birlikte uykuya biraz daha yaklaşıyordu.

Bir gün;

 "Neden sana geceleri birşey anlatmamı istiyorsun?" diye sormuştum.

"Geceleri uykuya tam dalmadan önce okuduğun ve duyduğun birşeyi asla unutmazmışsın." demişti A. "Seni ve sana dair hiçbir ayrıntıyı unutmak istemiyorum hem."

A böyle konuşunca içim acıyordu. Daha önce kimse beni bu kadar içten sevmemişti.


"Tabii anlatırım" dedim. Oturduğumuz kafenin bahçesine bir göz gezdirm ve ilham verici birşeyler aradım, bahçeye, içeri masaların üzerine, duvarlara, etraftaki insanlara ve bahçedeki çiçeklere ve üstümüzde uzanan yıldızlara baktım ama A'dan daha ilham verici birşey bulamadım. A bir süre uzun uzun bana baktı. Ne düşündüğünü, aklından ne geçtiğini anlamamıştım. Ama ilk kez bu kadar garip hissetmiştim.

"3 Haziran" dedi A "Nikah 3 Haziran'da."

"3 Haziran'dan nefret etmeyeceğim." dedim üzüntümü belli etmemeye çalışşamda kırık bir ses tonuyla. Hafifçe gülümsemeye çalıştım, başaramadım. Zaten gülmeye çalışmak manasızdı böyle bir durumda.

Hayat saçma tesadüflerle doluydu. 3 Haziran günü hem en yakın arkadaşlarım, hem A evleniyordu. İki zıtlık gene birbiriyle varoluyordu. Aynı şehirde aynı tarihlerde iki düğün olacaktı ve o gün dünya üzerinde olmak istediğim son yerde olacaktım. En yakın arkadaşlarımın düğünüydü ve F'ye sözüm vardı, gelmemezlik yapamazdım. O an hayatımda ilk kez buharlaşıp yok olmak istedim. 

"Bana sana ait birşey bırak gitmeden. Ben sana anlattığım hikayelerimi bırakıyorum. Sende birşey bırakmalısın" dedim "Sen gibi kokan birşey."

A boynuna doladığı üstü mor ve açık kırmızı desenlerin motif olduğu yeşil fularını çıkardı bana verdi.

"Seni seviyorum Özgün" dedi

"Bende" demek istedim, yüzlerce kez, binlerce kez "bende" demek istedim. Bir kelime omzumuzda ağırlık yapan bütün gerçekleri silsin götürsün, zamanı geriye, A'yı yıllar önce okulda ilk gördüğüm ana döndürsün istedim. Zamanda geriye dönüp herşeyi değiştirmek istedim. Yapamadım.

"Kalkmam lazım" diyip masadan kalktım. Kaçabileceğim bir yer yoktu. Tunalı Hilmi caddesine çıktım, yukarı Kuğulu parka doğru yürüdüm. Gece üstüme üstüme gelmeye devam ett












2 Şubat 2014 Pazar

BÖLÜM 5: TENGOKU




"Bloğuna bir göz attım." dedi A "Uzun zamandır yazıyor olmalısın. Söylesene nasıl aklına geliyor onca hikaye?"

 Aslında  yazarken ilham kaynağımın aşık olduğum kadınlar olduğunu söylemek isterdim, ama söyleyemedim. İki kişi arasında geçen bir konuşma, konuşulan şeylerden daha çok konuşulmayan, söylenmeyen şeyler üzerine kurulur. Ne kadar çok şey anlatıyorsak, o kadar çok şeyi kendimize saklarız. Söylenmemiş her kelime, her cümle ve her itiraf, söylenen her cümle ile birlikte ölür. Aynı duyguyu cenazelere gittiğinde de hissediyordu  insan. Bir bu kadar yaşayan insan varsa, bir bu kadar da ölen insan vardı.

"Bir hikaye yazarken başını ve sonunu düşünüyorum sadece" dedim. Zor olan kısmı bir hikayenini başını ve sonunu kurgulamak değil" diye ekledim. "Zor olan, o iki ucu bir araya getirecek gövdeyi yazmakta."

Hiçbir şekilde doğru zamanda doğru yerde olamıyordu insan. Bu doğumla birlikte başlayan sancılı bir süreçti. Aslında herkes yanlış zamanda yanlış yerde doğuyordu. Hatanın farkına vardığımızda ise ömrümüzün kalanını bu yanlışlığı düzeltmek için harcıyorduk. Kaş yaparken göz çıkarmak deyimi de buradan geliyor olmalıydı. Bir hatayı düzeltmeye çalışırken, başka bir hata yapıyor aşık oluyorduk. Sadece başını ve sonunu bildiğimiz halde aşık oluyor, bu iki noktayı biraraya getirme işlemine ise ilişki diyorduk. Terazinin diğer ucunda geç kalınmışlık duygusu ağır bastı, dengelemek için kefenin diğer yanına biraz pişmanlık, biraz utanç ekledim. Aklımdan düşünceler bir nehir gibi akarken A'nın sesini duydum :

"Söylesene E kim?" diye sordu.

"Bunu sana asla söylemeyeceğim." dedim. Hafiften gıcıklık yapmak hoşuma gidiyordu. "Biliyor musun bunu herkes soruyor."

"Herkesede aynı ukalalıkla mı cevap veriyorsun? "

"Aynen" dedim. Ufak da olsa kendim için geliştirdiğim savunma mekanızmamı farketmişti. Yıkılan bir duvarın yerine hemen yenisini çektim çaktırmadan. "E dünya üzerinde hem en çok sevdiğim, hem de en çok nefret ettiğim kadın." dedim.

"Neden nefret ediyorsun ki?" diye sordu A

"Neden seviyorum?" diye sordum. Bu ikililiği ona anlatsam mı diye düşündüm. Hem sadece gerçekten sevdiğin insanlardan nefret edebileceğini, ve ancak nefret ettiğin insanları sevebileceğini ona nasıl anlatabilirdim ki.

"Günün birinde benden de nefret edecek misin?" diye sordu A.

"Seni gerçekten seversem, evet." dedim. Konuyu değiştirmek için başka birşey isteyip istemediğini sordum ve garsonu çağırıp iki filtre kahve söyledim.

"Kanada'ya ne zaman gidiyorsun?" diye sordum. A üniversite bursuyla altı aylığına yurtdışına çıkacak, doktora tezinin bir kısmını orada hazırlayacaktı.

"Ağustos başı gibi sanırım." dedi. "Bilemiyorum şu an."
 
"Evlendikten hemen sonra mı gideceksin? Sence de garip değil mi?" diye sordum haddim olmayan işlere burnumu hafifçe sokarak.

"Evdekiler bu konuda ısrar ediyor" diyerek geçiştirdi sorumu "Tek başıma yollamak istemiyorlar beni sanırım."

"Ee sonuç olarak altı ay boyunca seninle mi kalacak?"

"Hayır en fazla bir ay"

"Sencede biraz mantıksız değil mi?" diye sordum. "Evleneceksin ve ardından Kanada'ya gideceksin."

Mantıksız olduğunu A da biliyordu. İçten içe evlenmek konusunda altı çizilmesi gereken ciddi tereddütleri olduğunu biliyordum. Konu benimle tanışması değildi. Aksine kafa karışıklığı benden öncesine dayanıyordu.O an A'ya; "istemiyorsan, emin değilsen evlenme" demek istedim, diyemedim. Onun yerine:

"Nikah tarihi aldınız mı?" diye sordum hafiften çekingen bir ses tonuyla.

"Daha almadık. Alırız ama" dedi. Gene bir sorumu daha beni salak yerine koyarak geçiştirmeye çalışıyordu. Yaz ayları için nikah tarihinin aylar öncesinden alındığını bilmiyorduk sanki. İçimden bir ses son hızımla oradan kaçıp kendimi kurtarmam gerektiğini söylüyordu. Bir yanım ise kalmamı ve sonunda ne olacağını görmemi. Ufak hayatım bu iki sesin mücadelesi arasında eriyip gidiyordu. Bombalanan bir şehirde iki düşman hattı arasında yapayalnız kalmış bir çocuktuk. Tıpkı birbiriyle mücadele eden iki düşman askerinin tek amacı barışı ve sükuneti sağlamaktan daha çok karşı tarafı yok etmekse, yükselen o iki sesinde tek amacı vardı, bir diğerini yok etmek. O an bu mücadeleyi sonlandırmak istercesine telefonum çaldı. Oturduğumuz yer gürültülü olduğu için dışarıya çıktım. Kaçmak için en iyi fırsat bu diye düşündüm, sonra döndüm, pencere kenarında oturan A'ya baktım. O kadar güzeldi ki, kutup yıldızının ayağı takılıp gökyüzünden yeryüzüne düşseydi ancak bu kadar güzel parıldardı. Işık insanın gözünü kör ederdi. Bu yüzden ayaklarım birbirine düğümlendi. Kaçamadım.

Tekrar içeriye girdiğimde savaşın galibi belliydi. Yenilen her asker gibi önüme sunulan ateşkes şartlarını kabul ettim.

 "Sen ne zaman gideceksin Almanya'ya? Tübitak burs belgelerini onayladı mı?"

"Belgeler yetişirse 7 Haziran'da gideceğim." dedim. 

"Haftaya İstanbul'a gideceğim." dedi A. " Kuzenim evlenecek önümüzdeki aylarda ona yardım edeceğim"

"Haftaya bende İstanbul'da olacağım. Bir üniversitenin rock şenliğinde çalacağız." dedim, "Ankara'da hiç karşılamadık, belki İstanbul'da karşılaşırız" diye takıldım.

"Birşey soracağım" dedi A. "Bu şekilde görüşmemiz seni olumsuz etkilemiyor değil mi?" diye sordu.

"Beni değil ama asıl seni olumsuz etkilemesin" dedim tüm kendimi beğenmişliğimle.

"Megalomansın"dedi. Bir süre bana baktıktan sonra "Bana söylemediğin birşey olduğuna emin misin?" diye sordu. "İyi gözükmüyorsun da".

"İyiyim ben" dedim söylenmeden ölen bütün kelimeler adına yas tutarken. "Birşeyim yok" derken gülümsedim. Ne de olsa burnumuz uzamıyordu.