25 Mart 2012 Pazar

Kahveli Bira




Bir yazarın başına gelebilecek en kötü şeylerden biri, aklı ve kalbi doluyken  meramını kelimelerle anlatamamaktır. İlham perisi kolay gelmez, geldi mi de gitmeyi bilmez. Dengesi yoktur bu işin. Ya diptesindir ya en üstte.

Bundan daha da kötüsü yazarken sıkılmaktır. Kelimeleri ard arda sıralarsınız. Araya virgül koyulur, gerçek hayatta ard arda söyleyebileceğiniz kelimeleri yavaşlatmak için. Yazı yazarken duygularınızı sömüren, kelimelerinizi size karşı kullanan kimse yoktur. Hikayeler aynalar gibidir. Ne gördüyse onu yansıtır; çirkini çirkin, güzeli güzel olarak. Hikaye yazmaktan sıkılmış bir yazar hayattan kaçmaktan da sıkılmıştır. İşte en tehlikeli noktalardan biri de budur.

Son hikayemi yazarken sıkıldığımı hissettiğimde bilgisayarı kapatmış, kendimi güneşli Ankara sokaklarına bırakmıştım. Arabanın kontağını çalıştırıp, torpido gözünden yalnızken dinlenebilecek şarkıların olduğu cdyi alıp, taktım.  Dinlemeyi istediğiniz şarkı hep en son çalar ya, gene teyp çalmaya en sevmediğim şarkıdan başladı. Kapatamadım. En sevdiğim şarkının hatrına diğerlerine katlanmaya karar verdim.


Yol, güneşli havaya göre boş sayılırdı. Tunalı Hilmiye doğru sürmeye başladım, sokak aralarında yapılacak bir yürüyüş iyi gelecekti. Ya da iyi geleceğini umuyordum. Yeni alışkanlığım hayattan hep bir şeyler ummaktı. Eskisi kadar kötümser değildim. Sevgilinle aranın iyi olmasını umardı insan. İşinde yükselmeyi, diğer insanlar tarafından taktir edilmeyi. Ben daha çok yazdıklarımın insanlar tarafından beğenilmesini umuyorudum. Ama bir yer de herkes kendini yazar zannediyordu. Sokakta yürüyen herkes birşeyler yazıyordu farkında olmadan. Ah keşke o cümlelerini yazıya dökebilselerdi...


Yazı yazmaya ilk K'ya aşık olduğumda başlamıştım. İlk uzun hikayelerimde onun için yazılmıştı. Beğenmiş miydi bilmiyorum. Güzel olduğunu söylemişti. Ama bu sözün nezakatten mi yoksa gerçekten mi söylendiğini anlayamamıştım. Aşık olmak veya aşık olduğunu zannetmenin insan üzerinde kışkırtıcı bir etkisi var. Afrodizyak gibi bütün duyularınızı açıyor. Renkleri daha pastel ve parlak tonlarda, sesleri daha gür ve ahenkli, kokuları ise daha vurucu duruyordu insan. Yada bütün bunlar baharın zayıf insan hormonları üzeirnde oynadığı ucuz bir oyun. Şimdi ne için yazıyorsun? Aşık mısın deseler cevap veremem. Belki de son çarem olduğu için yazmaya çalışıyorum.  Arabada duran not defterine gözüm ilişi. Uzun zaman olmuştu kapağını açmayalı. Aklıma gelen ilham verici veya beğendiğim kelimeleri not alıyordum. Sonra da hikaye yazacağım zaman defterden kelimeleri ve anıları seçip seçip yazıyordum.

 Kolej kavşağına geldiğimde araba yolun bozukluğundan dolayı biraz sarsılarak ilerlemeye başladı. Sağ tarafta müşteri kapmaya çalışan dolmuşçular trafikteki diğer araçları sıkıştırıyorlardı. Ankara trafiğinde uzak durman gereken bir numaralı araçlar mavi dolmuşlar ondan sonra ise belediye otobüsleridir. Arabayı olabildiğince sola yanaştırarak içimden dolmuşçulara sövdüm. Kavşağı geçince trafik rahatlamış, esat dörtyola kadar bir sorun yaşamadan gelmiştim. Sağa dönüp Büklüm marketin önüne arabayı bıraktım. Bakkal laf eder gibi oldu ama bende ona dik dik bakınca hemen yerine geri oturdu. Bazen doğanın kanunları şehir yaşamında da geçerli oluyordu ; sana diş gösterene sende diş göstereceksin.


Büklüm sokağın sonuna doğru yürümeye başlarken uzun zamandır yalnız kalmadığımı farkettim. Bunu gerçekten özlemiştim, kendi kendine yetebildiğim günleri. Bağımlılıktan nefret ederdim. Üniversite ikinci sınıftakyen ç ok bağlanmayayım diye aşık olduğum kızı aramazdım, onun aramasını beklerdim. Böylesi daha kolay olur gibi gelirdi. Kaçmak eğlenceliydi, ama bağlanmak tehlikeli. O zamanlar bile terketmenin gitmek olmadığını biliyordum. Bazıları hayatınızda hala kalır, ama sizi çoktan terketmiştir. Bir hayalet yalnızlığınızı azaltmaz.

Bazen dünya çok hızlı döner. Karşınızdaki insanlar çok değişir. Yaşananlar hiç olmamış gibi davranır. Karşınıza alıp "sen başka birisin,hikayemizi nerede kaybettin?" diye sorarsınız. Ama cevap gelmez. Sana bir parşömen kağıdı uzatır, "kaybetmedim, burada" der, ama kağıt parçalarının çoktan küle dönüştüğünü anlarsınız. Daha elinde tutarken kül parçaları havaya savrulur. Hikayenizden geriye kül parçaları bile kalmaz, rüzgar kül parçalarını zamanın kollarında süpürür gider.


Bazen o kadar çok seversiniz ki, canınızı yakan gerçekleri bile görmezden gelmeye çalışırsınız. Erken dönem alhzeimer hastaları gibi yaşadıklarınızı unutursunuz. Gururunuzu inciten öyle gerçekler vardır ki, siz hep o gerçeklerin doğru değil, yalan olmasını istersiniz..Kendi kendinizi büyük bir yalana inanmaya davet edersiniz. Bir zamanlar denildiği gibi : "Söylenen yalan ne kadar büyükse inanması da o kadar kolaydır."

Bazen bütün dostlarınızı karşınıza alırsınız. Onlar gerçek dostlarınızsa size asla yalan söylemezler.kendi kendinize yalan söylemenize müsadde etmezler. "O" yalanla mutlu olabileceğiniz akıllarına gelmez. Kendinize kimsenin dokunamadığı kristal bir küre yarattığınızı da farketmezler. Dokunsalar kırılacak diye korkarsınız. Sonra susarsınız. İkinci basamak sessizliktir. Sessizliğin huzurunda yargılanmamayı beklersiniz.

Çoğu zaman insan sözcüklerle yargılanmaz. Bir bakış, bir ima bile yeterlidir.

Sokağıın sonuna geldiğimde Kennedy caddesinden aşağıya doğru yürümeye başladım. Sakal'a oturup her zaman ki gibi açılışı Efes Dark Brown ile yaptım. Hem kahvenin dinginliğini hem de alkolün çarpıcı etkisini yaşatıyordu bu bira. Ama soğukken içilmesi gerekiyordu. Isınınca pek de eğlenceli  olmuyordu tadı. Biramı içerken arkadaşlardan birinin bir an önce gelmesini diledim içimden. İçerken yalnızlık pek katlanılacak bir şey değildi. Birinci bira bittiğinde ikincisini sipariş ettim, o gelince üçüncüsünü. Telefonum çaldığında dördüncü dark brownu sipariş etmiştim. Telefonun diğer ucundaki ses beş dakika sonra mekanın önünde olacaklarını biramı içip çabuk kalkmam gerektiğini söylüyordu. Birayı içip hemen caddeye çıktım. A'yı görmeyeli uzun zaman olmuştu, yürüyerek mi yoksa arabayla mı geleceğini bilmiyordum. O yüzden hem yoldan geçen arabalara hem de yayalara bakıyordum. Etrafı seyre dalmışken önümde kırmızı bir mini cooper yanaştı. Tanımıştım. Kapıyı açıp bindim. Konuşmadık. Sürmeye devam etti. Sonra neden bilinmez;

"Nereye" diye sordu.
"Sadece sür." dedim. "Sen nereye istersen oraya gidelim."
Başıyla tamam işareti yaptıktan sonra Paris caddesinden yukarıya doğru yöneldi. Biraz daha yol gittikten sonra Kanada büyükelçiliğinin altındaki parka arabayı çekti. Tahmin ettiğim gibi yanında içki getirmişti. Sol taraftan armutlu absolute şişesini çıkardığında hala içki konsundaki "zevksizliğinin" hala sürdüğünü anladım.

"Schwepps mandalina mı yoksa tonik mi?" diye sordu.
"Farketmez" dedim çaktırmadan sokak lambasında aydınlanan yüzünün sol yanına bakarak. Hala çok genç ve güzeldi. Sanki onun evreninde dünya hiç dönmemiş, mevsimler hiç değişmemiş, hep bahar kalmıştı.

"Uzun zaman oldu." dedi onu izlediğimi farkedince. "Evet." dedim otomatik bir cevap olarak.
"Neler yaptın bakalım?" diye sordu keyifli bir şekilde. İçimden "hiç" demek geldi. O yokken yaptıklarım o kadar anlamsız geliyordu ki. "Büyüdüm." dedim aralarından en anlamlısının bu olduğunu düşünerek.

"Demek sıkıcı biri oldun." dedi çarpık bir gülümsemeyle
"Evet göt ve göbekte aldı başını gidiyor zaten." dedim
"Saçlarda azalmış" dedi unuttum kısmı tamamlayarak
"Evet dünya hızlı dönüyor."dedim.

"Hala yazıyor musun?" diye sordu.

İçimden dünyanın en büyük yalanını söylemek geldi ve "Yazar olmaktan vazgeçtim ben. Artık yazmıyorum." dedi.

"Üzüldüm." dedi "Yazılarını çok beğeniyordum."

"Yerimi gençlere bıraktım." dedim göbeğimin üzerine sağ elimle vururken.

"Sen neler yaptın?" diye sordum

"Hala büyüyemedim." dedi "Hala."

"Değişmediğini bilmek güzel."

"Senin de değişmediğini bilmek güzel." dedi bana gerçek anlamda uzun uzun bakarken.

"Bu kadar uzun süredir neden yoktun?"

"Gitmem gerekiyordu sadece" dedi "Bazen insanların sadece gitmesi gerekir."

"Gitmemiş olmanı dilerdim." dedim.

"Bende, bende gitmemiş olmayı dilerdim."

Hayatta kendisini ciddiye alan insanlara karşı hep böyle kalleşti. Merak ediyordum. Beş para etmeyen insanlar bu kadar mutlu ve huzurluyken. Biz neden mutsuz ve başarısızdık. Hayatta neden tek bir istediğimiz şey de gönlümüzün dilediği gibi olmuyordu. Klozetin içine düşen yabancı bir madde gibi hissediyordum kendimi. Her tarafım pislik ve bok ile çevrilmişti.

Sonra A ile konuşmadık. O votkasını yudumladı, bende ona eşlik ettim. Sonra evine gittik. İçmeye devam ettik. Konuşmadık. Birbirimize baktık. Dünya dönmeye devam ediyordu ve biz ne kadar ertelersek erteleyelim güneş doğacak, sabah olacaktı.



Sabahı bekleyemedim. O uyuduktan sonra üzerini örtüp dışarıya çıktım. Kafam oldukça iyiydi. Çakır keyif halini biraz geçmiş, yalpalamaya başlamıştım. Tunalı caddesine çıktığımda sokaklar boşalmaya başlamıştı. Caddenin sol tarafındaki kaldırımda yürümeye başladım. Caddenin karşı tarafında ise kumral saçlı bir kız vardı. Gene onun hayaleti gelmişti. İçki içmekten neden nefret ettiğimi şimdi hatırladım. Halüsinasyon görmekten nefret ediyordum. İçince böyle üzgün, böyle kederli olmaktanda. Biz E ile tanıltığımız günden beri ayrı yollarda yürüyorduk. Kaç kere denemiştim karşıya geçmeyi ama her seferinde "araba çarpacak, dikkat" diyerek durdurmuştu beni. E yürürken ardına bile bakmıyordu. Sanki o kaldırımda ben olmasam başkası olacaktı. Benim olmam farketmiyordu.  Ben olmasamda E'nin karşı kaldırımındaki boşluğu biri doldururdu. Yoldan aşağıya doğru yürürken artık dayanamadığımı farkettim. Bir arabann gelip bana çarpmasını o kadar çok istedim ki. Yada apartmanların birinin balkonundaki saksılardan birinin kafama düşmesini. Ölmek bile yeterli gelmiyordu, yok olmak istiyordum. Aniden buharlaşmak, süblime olmak. Varlığım bir anda silinsin, uçup gitsin istiyordum. Karşıya geçmeye çalıştım. E durdurmaya çalıştı beni. Karşıdan karşıya geçerken önce soluma sonra sağıma  sonra tekrar soluma bakmadım. Araba çarpsa işime gelirdi. Ama olmadı.

Karşıya geçtiğimde halüsinasyon yok olmuştu. Kafamı duvarlara vurup parçalamak istedim. Ama yapamadım. Korkağın tekiydim aslında.

beni öldürenin ne olduğunu anladım sonra. Yaşamak katlanılmazdı. Ama bir ilişki içinde yalnızlaştırılmak, işte insanı içten içe öldüren şey buydu.

Yol kenarındaki marketten bir dark brown daha alıp yürümeye devam ettim ve yoldan geçen bir kamyonun tekerliğinin fırlayıp beni ezmesini umdum.

Halüsinasyon hala karşı yoldan beni takip ediyordu ve yapabileceğim hiçbirşey yoktu...

































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder