2 Şubat 2014 Pazar

BÖLÜM 5: TENGOKU




"Bloğuna bir göz attım." dedi A "Uzun zamandır yazıyor olmalısın. Söylesene nasıl aklına geliyor onca hikaye?"

 Aslında  yazarken ilham kaynağımın aşık olduğum kadınlar olduğunu söylemek isterdim, ama söyleyemedim. İki kişi arasında geçen bir konuşma, konuşulan şeylerden daha çok konuşulmayan, söylenmeyen şeyler üzerine kurulur. Ne kadar çok şey anlatıyorsak, o kadar çok şeyi kendimize saklarız. Söylenmemiş her kelime, her cümle ve her itiraf, söylenen her cümle ile birlikte ölür. Aynı duyguyu cenazelere gittiğinde de hissediyordu  insan. Bir bu kadar yaşayan insan varsa, bir bu kadar da ölen insan vardı.

"Bir hikaye yazarken başını ve sonunu düşünüyorum sadece" dedim. Zor olan kısmı bir hikayenini başını ve sonunu kurgulamak değil" diye ekledim. "Zor olan, o iki ucu bir araya getirecek gövdeyi yazmakta."

Hiçbir şekilde doğru zamanda doğru yerde olamıyordu insan. Bu doğumla birlikte başlayan sancılı bir süreçti. Aslında herkes yanlış zamanda yanlış yerde doğuyordu. Hatanın farkına vardığımızda ise ömrümüzün kalanını bu yanlışlığı düzeltmek için harcıyorduk. Kaş yaparken göz çıkarmak deyimi de buradan geliyor olmalıydı. Bir hatayı düzeltmeye çalışırken, başka bir hata yapıyor aşık oluyorduk. Sadece başını ve sonunu bildiğimiz halde aşık oluyor, bu iki noktayı biraraya getirme işlemine ise ilişki diyorduk. Terazinin diğer ucunda geç kalınmışlık duygusu ağır bastı, dengelemek için kefenin diğer yanına biraz pişmanlık, biraz utanç ekledim. Aklımdan düşünceler bir nehir gibi akarken A'nın sesini duydum :

"Söylesene E kim?" diye sordu.

"Bunu sana asla söylemeyeceğim." dedim. Hafiften gıcıklık yapmak hoşuma gidiyordu. "Biliyor musun bunu herkes soruyor."

"Herkesede aynı ukalalıkla mı cevap veriyorsun? "

"Aynen" dedim. Ufak da olsa kendim için geliştirdiğim savunma mekanızmamı farketmişti. Yıkılan bir duvarın yerine hemen yenisini çektim çaktırmadan. "E dünya üzerinde hem en çok sevdiğim, hem de en çok nefret ettiğim kadın." dedim.

"Neden nefret ediyorsun ki?" diye sordu A

"Neden seviyorum?" diye sordum. Bu ikililiği ona anlatsam mı diye düşündüm. Hem sadece gerçekten sevdiğin insanlardan nefret edebileceğini, ve ancak nefret ettiğin insanları sevebileceğini ona nasıl anlatabilirdim ki.

"Günün birinde benden de nefret edecek misin?" diye sordu A.

"Seni gerçekten seversem, evet." dedim. Konuyu değiştirmek için başka birşey isteyip istemediğini sordum ve garsonu çağırıp iki filtre kahve söyledim.

"Kanada'ya ne zaman gidiyorsun?" diye sordum. A üniversite bursuyla altı aylığına yurtdışına çıkacak, doktora tezinin bir kısmını orada hazırlayacaktı.

"Ağustos başı gibi sanırım." dedi. "Bilemiyorum şu an."
 
"Evlendikten hemen sonra mı gideceksin? Sence de garip değil mi?" diye sordum haddim olmayan işlere burnumu hafifçe sokarak.

"Evdekiler bu konuda ısrar ediyor" diyerek geçiştirdi sorumu "Tek başıma yollamak istemiyorlar beni sanırım."

"Ee sonuç olarak altı ay boyunca seninle mi kalacak?"

"Hayır en fazla bir ay"

"Sencede biraz mantıksız değil mi?" diye sordum. "Evleneceksin ve ardından Kanada'ya gideceksin."

Mantıksız olduğunu A da biliyordu. İçten içe evlenmek konusunda altı çizilmesi gereken ciddi tereddütleri olduğunu biliyordum. Konu benimle tanışması değildi. Aksine kafa karışıklığı benden öncesine dayanıyordu.O an A'ya; "istemiyorsan, emin değilsen evlenme" demek istedim, diyemedim. Onun yerine:

"Nikah tarihi aldınız mı?" diye sordum hafiften çekingen bir ses tonuyla.

"Daha almadık. Alırız ama" dedi. Gene bir sorumu daha beni salak yerine koyarak geçiştirmeye çalışıyordu. Yaz ayları için nikah tarihinin aylar öncesinden alındığını bilmiyorduk sanki. İçimden bir ses son hızımla oradan kaçıp kendimi kurtarmam gerektiğini söylüyordu. Bir yanım ise kalmamı ve sonunda ne olacağını görmemi. Ufak hayatım bu iki sesin mücadelesi arasında eriyip gidiyordu. Bombalanan bir şehirde iki düşman hattı arasında yapayalnız kalmış bir çocuktuk. Tıpkı birbiriyle mücadele eden iki düşman askerinin tek amacı barışı ve sükuneti sağlamaktan daha çok karşı tarafı yok etmekse, yükselen o iki sesinde tek amacı vardı, bir diğerini yok etmek. O an bu mücadeleyi sonlandırmak istercesine telefonum çaldı. Oturduğumuz yer gürültülü olduğu için dışarıya çıktım. Kaçmak için en iyi fırsat bu diye düşündüm, sonra döndüm, pencere kenarında oturan A'ya baktım. O kadar güzeldi ki, kutup yıldızının ayağı takılıp gökyüzünden yeryüzüne düşseydi ancak bu kadar güzel parıldardı. Işık insanın gözünü kör ederdi. Bu yüzden ayaklarım birbirine düğümlendi. Kaçamadım.

Tekrar içeriye girdiğimde savaşın galibi belliydi. Yenilen her asker gibi önüme sunulan ateşkes şartlarını kabul ettim.

 "Sen ne zaman gideceksin Almanya'ya? Tübitak burs belgelerini onayladı mı?"

"Belgeler yetişirse 7 Haziran'da gideceğim." dedim. 

"Haftaya İstanbul'a gideceğim." dedi A. " Kuzenim evlenecek önümüzdeki aylarda ona yardım edeceğim"

"Haftaya bende İstanbul'da olacağım. Bir üniversitenin rock şenliğinde çalacağız." dedim, "Ankara'da hiç karşılamadık, belki İstanbul'da karşılaşırız" diye takıldım.

"Birşey soracağım" dedi A. "Bu şekilde görüşmemiz seni olumsuz etkilemiyor değil mi?" diye sordu.

"Beni değil ama asıl seni olumsuz etkilemesin" dedim tüm kendimi beğenmişliğimle.

"Megalomansın"dedi. Bir süre bana baktıktan sonra "Bana söylemediğin birşey olduğuna emin misin?" diye sordu. "İyi gözükmüyorsun da".

"İyiyim ben" dedim söylenmeden ölen bütün kelimeler adına yas tutarken. "Birşeyim yok" derken gülümsedim. Ne de olsa burnumuz uzamıyordu.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder