İlk romanım olan Flu'nun altıncı bölümünden bir parça:
Ekin'in Mektubu
Sevgili
Özgün
Ne
kadar klasik ve bana yakışmayan bir giriş yaptım değil mi? Sanırım ben de
sıradanlaştım. Zaman dediğimiz şey insanları yaşlandırmak için değil, bireyleri
diğer insanlara benzetmek için ilerleyen ve akan bir nehir. Bazen fabrika
atıklarıyla dolu kirli bir akarsuyu hatırlatıyor bana. Kirli suda nefes alamayıp
ölen balıklar gibiyiz. Sadece bir kaç küçük karabalık sağ kalıp okyanusa
ulaşmayı başarabiliyor.
İtiraf
etmem gerekiyor ki sen olmadan zaman ağır ilerliyor, olması gerektiğinden daha
ağır. Hayat sen yokken pili biten bir kasetçalar gibi, kulağımda yankılanan
bütün o şarkıların metronomunu giderek düşüyor sanki. Sensiz onca yıl nasıl
geçti, bilmiyorum. Amacım geçmişin günahını çıkarmak değil. Zamanı geri
alamayız.
Bazı
sözcüklerin tek bir dilde tek bir kültürde anlamı vardır Özgün.
“Hibakusha”
kelimesinin anlamını karşılayacak kelime Japonca dışında başka hiçbir dilde
yoktur. Hiroshima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarına maruz kalıp da hayatta
kalanlar için kullanılır bu kelime. Bir kelimenin taşıyabileceği onca acıyı
aklın hayalin alabiliyor mu Özgün?
Bence
iki insanı bir araya getiren tek bir kelime var. Her insan için, her ilişki
için iki dudak tarafından telaffuz edilen tek bir kelime. Hiçbir dilde
karşılığı olmayan içinde koca bir tarihle beraber kâğıt üzerinde kayda
geçirilemeyecek olan bütün o acıları, hüzünleri, mutlulukları ve heyecanları
barındıran kocaman bir kara delik… İşte bir insanın başka bir insanı unutması
da o iki kişi arasında sır gibi saklanan o kelimeyi içlerinden birinin
unutmasıdır. İnsan aslında bir yüzü, bir dokunuşu, bir gülümsemeyi değil, tek bir
kelimeyi unutur. Sen hem geçmişin hem geleceğin bir arada durduğu bir
noktadasın Özgün. Zaman denilen nehire tepeden bakan bir kıyıda yalın ayak
duruyorsun. Ayak parmaklarının arasına sarı kum taneleri kaçmış, bu yüzden sol
ayağın kaşınıyor, umursamıyorsun.
Hayatında
zaman kavramını şekillendiren üç kelime var, ilk kelime “Ekin”; senin dilinde,
her ne kadar sen kabul etmesen de “geçmiş” demek. İkinci kelime ise “Aslı”,
şimdiki zaman eki üzerine basıp geçemeyeceğin bir gölge gibi yanı başında
duruyor. Üçüncü ve son kelime ise “Melis”, gelecek zamanı kendi dilinde
telaffuz eden bir yabancı. İşte sen zamana bakıp bu üç kelimeyle birbirinden
farklı cümleler kurmaya çalışıyorsun.
Yıllar
önce giderken sana veda edemediğimi biliyorum. Bir kitabı açık bırakıp gitmek
gibiydi bu veya evden çıkarken balkon kapısını açık bırakmak gibi. Geri dönüşe
dair izler taşıyan fırça vuruşları… Bu yüzden ruhunda benim geri dönmem için
bir açık kapı bıraktığını biliyorum. Bu da sana onca yıl boyunca geçmişin
yükünü sırtında taşımana yol açtı. Bir kelimeyi unutmak yerine onu her gün
tekrar tekrar hatırlamayı tercih ettin. Sana karşı bu yüzden mahcubum. Bu yükü
omuzlarına yükleyip gitmemem gerekiyordu.
Bu yüzden artık dilinde geçmişi çağrıştıran o tek kelimeyi, “Ekin”’i
unutmanı istiyorum. Yüzünü, bana dokunuşunu ve bana sarılınca içinden yayılan o
sıcaklığı asla unutmayacağım. Sevmek özgür bırakmaktır Özgün. Bunu bana sen
öğretmiştin. Seni paçalarından yakalayıp dibe çeken o “geçmişinden” azat etmem
gerektiğini biliyorum. Bu da bir şekilde sana veda ediyorum demek. Vedalar
konusunda iyi olmadığımı biliyorsun. O yüzden bu mektup için son cümleyi senin
yazmanı istiyorum.
Seni
ruhum ve kalbim o “kelimeyi” hatırladığı sürece seveceğim. Seni seviyorum
hiçbir dilde anlatamayacağım kadar çok.
Sevgiler
Ekin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder