3 Haziran 2014 Salı

ANKARA HİKAYELERİ: 2-BİR BAŞKASINDAN HOŞLANIRKEN BİR BAŞKASIYLA ÇIKMAK




Türkiye'deki eğitim sistemi insanı en yaratıcı olduğu döneminde alır, dersane sıralarında, ucu sonu belli olmayan bir koşuşturma içine koşar. Lise birinci sınıftayken tek istediğim ders çalışmak zorunda kalmadan müzik yapmaktı. Okul-dersane-ev üçlemesi arasında kısıtlı vakit ayırabilip grubumla prova yapabiliyorduk. İnsan zorluklar arasında yaptığı şeyleri büyük bir tutkuyla yapıyor. O yüzden o zamanlar şimdiye kıyasla daha büyük bir tutkuyla çalıyordum, yada bana öyle geliyordu. Lise 2nci sınıftayken Zafer dersanesine gidiyordum, yakın arkadaşlarımdan biri buraya geldiği için onun peşinden bende gelmiştim. Ziya Gökalp caddesi üzerindeydi dersane binası. Gösteriler ve yürüyüşler olduğunda hep bu cadde kapatılır, bizleri ise binadan dışarı çıkarmazlardı. Biber gazı ve tomalar o zamanlar şimdiki olduğu kadar sık kullanılmazdı. Ama polis şiddetinin havada hissedilen kokusu o yıllarda da aynıydı. Değişen birşey yoktu. Hükümetler değişti biri gitti diğeri geldi,  polis terörü aynı kaldı.

 Pazar sabahları derse gitmeden yolun karşısındaki Mado pastanesine uğrardım. Orada çalışan herkesin üzerine  susam kokusu sinmişti. İçeride bir çay içimlik sürede oturduğunuzda sizinde üzerinize susam kokusu siner, bir kaç saatte geçmezdi. Dersaneden çoğu kişide benimle birlikte aynı saatte pastanede olurdu, önceden konuşulmamış-planlanmamış bir buluşma saati gibiydi dersden 10 dakika öncesi. O zamanlar cep telefonlarımız vardı ama mesajlaşmak ve aramak oldukça pahalıydı. Bu yüzden teknolojik bir aleti ilkel bir iletişim aracına dönüştürürmüşcesine birbirimizi "cepten çaldırarak" iletişim kurardık. Sevgililer, arkadaşlar birbirlerini çaldırdıklarında bu "aklımdasın" demekti.
Aslı'da pazar sabahları Mado'ya simit almaya gelirdi. Koyu kumraldı. Küt saçları çenesine kadar uzanıyor, saçlarının uzunluğu arkaya doğru katlar şeklinde azalıyordu.Belirgin ve hafif çekik gözleri vardı.

Aslı ile birebir olarak tanıştırılmamıştık, birçok arkadaşımız vardı ve birbirimizi ismende olsa biliyorduk. Lakin bir araya gelip iki kelam etmişliğimiz yoktu. Birbirlerinin sadece isimlerini bilen iki yabancıdan farksızdık. Yolda yürürken karşılaşıldığında merhaba denilen  bir samimiyetimiz vardı; beklentisiz ve öylesine gelişen. Aslı'dan hoşlanıyordum. Bunu buram buram isyankarlık buram buram ergenlik kokan ruh halim reddetsede kalbim düşüncelerimi yalanlayamıyordu. Böyle durumlar çok tehlikelidir. Vücüt ani bir darbeye karşı kendini savunmak üzere refleksler geliştirmiştir. Ruhun  kendini savunmak için geliştirdiği refleks ise inkar etmektir. Kalp ve ruh kendini savunmak için ortadaki duyguyu, düşünceyi veya durumun mevcudiyetini inkar eder. Fakat birşeyi sistematik olarak inkar etmek onun gerçekliğini daha da pekiştirir.

"Aslı'dan hoşlanmıyorum" diyordum kendi kendime. Aslı'nın beğenmediğim özelliklerini düşünürken aslında kendimi onun en beğendiğim özelliklerini düşünürken buluyordum. Büyük bir çelişkiydi birinden hoşlanmak. Hem o hep yanında olsun istiyordun, hemde sıkıştığında kıyıda bir köşede kaçıp gidebilecek bir yalnızlığın olsun istiyordun.Aslı hem bedenen hem ruhen devrimci bir kızdı. Bizler bir haksızlık karşısında dilimizi yutarken, elini kirli ve kokuşmuş ağzımıza daldırır, bizlerin söyleyemediği bütün gerçekleri haykırırıdı. Çoğu zaman eylemden çıkıp derse gelirdi. Üstü darmadağın kan ter içinde... Eylemi dağıtırdı çevik mütamadiyen. Ama her ne olursa olsun Aslıa bir yolunu bulur, hayatının düzenini bozmaz ve derse gelirdi. Bazen imreniyordum Aslı'ya. Bizlerin yapamadığını yapıyor, sistemin kölesi olan, sınavla yatıp sınavla kalkan bizlere sağır kulaklarımızın duymadığı bir mesaj veriyordu.

Günlerden 1 Mayıstı. Hükümet işçilerin yürümesine izin vermemiş, polis ve Ziya Gökalp caddesi üzerindeki kitle arasında ufak gerginlikler yaşanıyordu. O pazar dersim 13.00'da başlayacaktı, metrodan indikten sonra Karanfil sokağa sapmış ve yolun karşısına geçmiştim. Yolun başında çevik kuvvet büyük bariyerler kurmuş, kimsenin Güvenpark'a geçmesine izin vermiyordu. Aralarından sıyrılıp açık olan cadde trarafına doğru yürümeye başladım. Bacaksız bir ergenken tek yapabildiğiniz izlemektir. Bu yüzden yürürken göstericileri izliyordum. Yediden yetmişe her yaşta insan vardı. Bir amaç uğruna yürüyen binlerce insan. Ben ise amaçsız, tek başıma yürüyordum. Aslı'yı gördüm. Bütün güzelliği ile kalabalık arasından kendini belli ediyordu. Yanında benim kısaca "göt" olarak nitelediğim erkek arkadaşı vardı. Aslı'dan yedi yaş büyüktü. Liseden sonra dört yıllık bir üniversiteyi kazanamamış, iki yıllık meslek yüksekokuluna gitmiş sonrasında ise orada burada çalışmaya başlamıştı. Eğitim sistemi  tarafından beyni yıkanmış bir bireydim o sıralar. Bu yüzden hayatta başarının ve doğruya giden yolun dört yıllık üniversite okumaktan geçtiği inandırılmıştı bizlere. Üniversite okumadna başarılı, üniversite okumadan faydalı bireyler olamazdık eğitimcilere göre. Bana sorsanız okumaz, müzik yapar, yazı yazardım. Ama olmuyordu. Çarkın dönmesi gerekiyordu.

Çocuk bu açıdan bakınca masum, kalbimin penceresiyle bakınca tam bir sünepeydi. Kendime itiraf edemesemde Aslı'ya aşıktım, ergendim ve bunlar saçmalamak için gayet geçerli sebeplerdi. Bende olmayan bütün herşey Aslı'da vardı, bu yüzden seviyordum belki onu. Sevmek için insanın geçerli bir sebebe ihtiyacı var mı yok mu onuda bilmiyordum Hiçbirşeyin bilinmediği fakat öğrenildiği yaştaydım ve hep bu yaşta kalmak istedim...

Dersaneye yaklaştıkça kalabalık artmıştı. İnsanlarda büyük bir tedirginlik vardı, herkes homurdanıyor, düzensiz ve devamsız sloganlar atıyorlardı. Sonra Ziya Gökalp'i Yüksek caddesine bağlayan taraftan elliye yakın çevik caddeye doğru koşarak saldırmaya başladı. Bir yandan gaz atıyorlar bir yandan karşılarına çıkanları jopluyorlardı. Tam bulunduğum yere bir gaz bombası gelmişti, Ne olduğunu anlayamadan yere yığılmış, yanan gözlerimi ovuşturmaya başlamıştım. Balkon çocuğu olarak yetiştirildiğimiz için bu ortamlara alışık değildik. Gözlerimi açamıyordum, genzimde hafif bir yanma vardı. El yordamıyla yol kenarındaki direklere tutundum ve hareketsiz bir şekilde öylece bir beş dakika durdum. Etraftan sadece çığlık sesleri geliyor, polisin "Bunu al, al, al, al" dediğnii duyabiliyordum. Birileri dayak yiyor, birileri göz altına alınıyordu. Haksızlık yanı başımdaydı ama ağzımı açıp birşey diyemiyordum. Gözüm iyiden iyiye yanmaya başlamıştı ki biri gelip koluma girdi ve beni bir binanın içine soktu.

"Şimdi gözlerine limon suyu sıkacağım, iyi gelir" dedi.

Bu sesin sahibini tanıyordum. Daha önce onlarca kez başka insanlara başka başka kelimeleri seslendirirken duymuştum bu sesi, adı Aslı'ydı. Limon gözümün yanmasını hafiften almıştı, zor da olsa gözlerimi açabildim. Aslı'nın gülümsemesi ile göz göze geldim. Güneşe bakarken açan bir çiçek gibi hissettim kendimi, ben doğmuştum ve güneşi görmüştüm. Durumu özetliyordu.

"Teşekkürler" diyebildim zorda olsa. Zira genzim hala yanıyordu. " Limon suyu iyi geldi." dedim

"İyi olmana sevindim." dedi Aslı, gülümsedi, sonra dışarıya baktı, dışarıda gördüğü polis terörü gülümsemesini bir anda söndürdü.

"Sevgilin nerede?" diye sordum.

"Müdahalede birbirimizi kaybettik." dedi. Bence birbirlerini kaybetmemişler, müdahale başladığında çocuk tabanları yağlayıp kaçmıştı. Eğer Aslı bana gerçek fikrimi soracak olsaydı ona sevgilisinin tam bir tabansız olduğu ve Aslı'nın duygularını sadece sömürdüğünü söylerdim Ama istenilen sorular istenildiği zaman sorulmuyordu.

"Sana borçlandım." dedim ayağa kalkarken. "Borçlu kalmayı sevmem"

"Günün birinde" dedi Aslı " Her borç ödenir." Sonra bana veda edip eylemcilerin arasına karıştı.

****


O olaydan sonra Aslı ile aramızda garip bir bağ oluşmuş, çok iyi iki arkadaş olmuştuk. Onu hala seviyordum ama sevgilisi vardı. Dersten önce buluşuyor çay-kahve içiyor ve sohbet ediyorduk. Oldukça kültürlü bir kızdı. Felsefe ve siyasete dair derin fikirleri vardı. Ama her muhabbette geliyordu. Hani insanın ne kadar konuşursa konuşsun sohbetinden sıkılmayacağı bir insandı.  Benim yanımdayken asla sevgilisinden bahsetmiyor, onunla yaptıkları-konuştukları ve ortak hayatları mevzu bahis olmuyordu. Aslı dünyanın en tatlı insanlarından biriydi. Dışarıda yağmur yağsa, karlar eriyip çamura dönüşse bile hep gülümsüyordu. Bir insan güneşe aşık olabilir miydi, ona bakarken hep bu soruyu kendime soruyordum.

Aslı verdiği bütün sözleri tutardı. En çok da bu huyunu severdim. Bazen eylemden çıkar yanıma gelirdi. Üstü başı dağınık olurdu. Ama başına ne gelire gelsin o hep gelirdi. Buluşmaya geç kaldığı her seferinde acaba gözaltına mı alındı diye endişe ederdim. İnce ve saf bir ruhu vardı, kirlensin, kirletilsin istemiyordum. Bu gri şehre yakışmayacak kadar beyazdı.

Bir gün Aslı yanıma geldiğinde gülümsemiyordu. Gülümsemesini ve bütün takılarını gizli kutusunda bırakmış gibiydi. Karanfil sokağın sonundaki "Harabe" isimli kafedeydim. Yanıma geldi, oturdu ve bana sarılıp ağlamaya başladı. Sarıldıkça ağladı, ağladıkça daha sıkı sarıldı. Bazen böyle olur. İnsan birinin omuzunda hıçkırıklarının yankısını duymadan ağlayamaz. Sanki şimdiye kadar biriktirdiği bütün gülümsemelerinin bedelini ödüyormuşcasına çok ağlıyordu. Sonra nedendir bilinmez birden sustu, başını omzumdan kaldırdı ve ancak o zaman "Ne oldu?" diye sorabildim.

Sevgilisi Aslı'yı aldatıyormuş. Bir gece değil, bir gün değil, bir hafta değil, bir yıldır. Aynı anda hayatında bir başka kadın daha varmış, Aslı bunu yeni öğrenmişti ama. Aldatıldığını öğrendiği ilk an insanın kendisini en aciz ve en yetersiz hissettiği andır. Birşey diyemezsiniz, yutkunamazsınız, konuşsanız konuşamaz, sussanız susamazsınız. Bütün kelimeler kafesinden uçar gider, geriye bir tek "Neden"  kalır; "Neden".

Aslı bu soruyu kendine yüzlerce kez sormuştu. Cevabı yoktu. Aşk bir kişilik sorunu değil, bir duygu yanılsamasıydı. O da biliyordu bunu. Ama neden sorusunu kendine tekrar tekrar soruyordu. O tabansız bok suratlı için ağlaması canımı yakıyordu. En kötüsüde sevdiğim kadının ızdırabını ve acısını azaltmak için elimden hiçbirşey gelmiyor olmamasıydı. Sadece yanında durup susabiliyordum. Susabilmekte bir yetenek gerektiriyordu böyle zamanlarda.

Aslı bir süre ağladı, duruldu, sonra tekrar ağladı ve böylece üç hafta bir yılmış gibi geçti. Sonra bir gün Aslı yanıma geldi, yüzü gülüyordu ama yüzündeki gülümseme eski parlaklığında değildi. Benimle konuşması gerektiğini söyledi. Yanıma oturdu. Tavrı kontrollü ve kelimeleri seçilmişti.

"Erkek arkadaşımla barıştık biz" dedi. Hafif mahçup hafif kırgındı bakışları. Yere düşürdüğü kolyesini arıyor gibi gözlerini zeminden kaldırmadan etrafa bakınmayı sürdürdü.

"O kızı benden çok önce tanıyormuş. Benimle tanıştıktan sonra o kızı terk etmiş fakat kız bunun peşini bırakmamış, tehdit etmiş. Tek sevdiği ve ömrünün geri kalanını geçirmek istediği kadın benmişim". dedi Aslı

"Çok özür diledi benden. Affetmemi istedi. Bir haftadır kapımda sabahlıyor onu affedeyim diye." dedi.
O an Aslı'ya; "Sen dünyanın en aptal ve saf insanısın" demek istedim. Şimdiye kadar tanıdığım kız bu yalanlara inanmıyor olmalıydı.

Ama aşk insanı böyle yapıyordu. En devrimci, en ilkeli kadın bile aşk karşısında erimiş mum gibi oluyor, ateş yandıkça o ilk şeklini, hacmini koruyamıyor ve eriyip gidiyordu. "Nasıl güveneceksin ona? Tekrar nasıl kazanacak güvenini ?" diye sordum sesimin tonunu kısmadan, cesurca fakat üzgün bir ses tonuyla.

"Kazanmasına gerek yok." dedi Aslı "Güveniyorum ona."

"Sen bilirsin" dedim. Üzgündüm. Üzüntümü dile getiremediğim için, aşık olduğum kadının yanlış erkekle birlikte olduğunu bildiğim fakat bu konuda birşey yapamadığım içinde üzgündüm. Üzüntülerim bir toplamdı, çarpım tablosuna dönüştü.

Sonra ayağa kalktı, bana sarıldı. Gözlerimin içine baktı. Nefesimi duyacak kadar dudaklarımı dudaklarıma yaklaştırdı ve beni öptü.

"Seviyorum seni Özgün" dedi "Ama arkamda yarım bir hikaye bırakamam"

"Anlıyorum" dedim ama anlamıyordum; hayatı, arkadaşlıkları, aşkı ve diğer herşeyi ... 

"Beni affedebilecek misin?" diye sordu, "Sana borçluyum." diye yanıtladım. "Borcumu ödeme vakti"


Sonra gün ışığı gitti, yağmur yağdı.



Dışarıya çıktım, dersaneye doğru yürümeye başladım. Yağmur çiseliyordu. Yürüdüm. Düşünmemeye çalışarak, düşünmemeyi düşünürken buldum kendimi sonra, Aslı'yı düşünmemeyi düşünürken buldum kendimi.


Ders bitti, sınıftan dışarıya çıktım. Binadan dışarıya çıktığımda yağmur bitmiş, havada yağmur ve sis kokusu asılı kalmıştı. Binanın köşesini döndüm ve dönmemle birlikte yüzümün ortasında bir yumruk patladı. Kavgaları hep ilk yumruğu atan kazanır. Ve insan ilk yumruğu yediği anda keşke ilk yumruğu atan ben olsaydım diye hayıflanır.  Yere kapaklandığımda yumruğu atanın Aslı'nın erkek arkadaşı olduğunu düşünmüştüm ama karşımda yan sınıftan iki apaçiyi görünce yanıldığımı anladım.

Karşımdaki iki çocuktan biri kısa ve tıknaz biri diğeri ise daha cüsseliydi. Sanki biri beyin, diğeri kas gücünden oluşuyordu ama ortak noktaları ikiside Ankara'nın eşi benzeri bulunmaz mal insanlarından biri olmalarıydı.

Kısa boylu olan yanıma geldi ve "La bebe evrime bakmayacaksın bundan sonra" dedi.

"Evrim kim lan" dedim "Mal mal konuşmayın.".

  Bu arada etrafımızda büyük bir kalabalık toplanmıştı. "Mal mal konuşmayın" dedim.

"Ya hala inkar ediyor." dedi kısa boylu yürüyen göt kılıklı çocuk. Bu arada benim arkadaşlarımda olay yerine gelmiş, ortam iyice gerilmişti.

"O kız bize emanet haberin olsun" dedi irice ve etrafa boş boş bakan dümbük.


Sonra kalabalığın arasından mor kazaklı bir kız çıktı ve iki çocuğa dönüp :

"Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz." diye bağırdı. Sonra bana döndü ve "Çok özür dilerim." dedi

"Sorun değil" dedim. Çocuklar iyice fitil olmuşlardı. Kız çocuklara döndü ve "Hadi gidin artık" dedi. Olayın büyümeyeceğini anlayan meraklı güruh yavaş yavaş dağıldı. Geriye mor kazaklı kız ve ben kaldık.

"Ben Evrim" dedi mor kazaklı kız. "Bu şekilde tanışmak istemezdim, tekrar tekrar özür dilerim."

"Etkileyici bir giriş oldu" dedim. "Normalde dayak yedikten sonra güzel kızlar beni yerden kaldırmaz"

"Bugün normal bir gün değil demek ki" dedi.

Metroya kadar birlikte yürüdük, ağır adımlarla, hafif bir sohbetle. Metroya geldiğimizde yollarımız burada ayrılyıor dedi. Meşrutiyet caddesinden otobüse binecekti.

Uzandı, yanağımın dudağıma yakın tarafından öptü beni. Aynı gün Aslı'dan bir veda öpücüğü almış, Evrim'den ise bir merhaba öpücüğü almıştım. Hayat garipti, dengesi yoktu ve kesinlikle ilginçti.

"Yarın kendimi sana affettirebilir miyim? diye sordu.

"Neden olmasın" dedim.

"Neden olmasın" dedi. "Yolda yürürken dikkat et, dayak yeme" dedi alaycı bir tonda.

"Neden umrunda olsun ki" dedim.

"Umrumda çünkü artık bir erkek arkadaşım var." dedi.

Hayat gerçekten garipti...