21 Ekim 2014 Salı

ANKARA HİKAYELERİ: 5- Şarkı Söyleyebilen Kadınlar



My Dear

Find what you love and let it kill you
Let it drain you of your all. Let it cling onto your back
and weigh you down into eventual nothingness
Let it kill you and let it devour your remains.
For all things will kill you, both slowly and
fastly, but it’s much better to be killed by a lover

Falsely yours “

Charles Bukowski





Tutkuyla yapılan her şey mavi boşlukta silinmez bir iz bırakıyor.  Tatbikat tiyatro sahnesinde, “Mezarsız Ölüler” oyununu izlerken aklımda geçenler kelimesi kelimesine tam olarak buydu.  Erdal Beşikçioğlu oynuyordu oyunda, hayatını tutkusuna adamış bir oyuncu. Parasızlık çekmiş, sıkıntı çekmiş ama ne olursa olsun tutkunun peşinden gitmiş bir insan. Sahnede ona diğer oyuncular eşlik ediyordu. Behzat Ç.’de Behzat’ın kızını oynayan Ayça işkence gören genç bir kızı canlandırıyor. Sahnede konuşurken vücudu titriyor, sesi kırılıyor, ayakları kasılıyor. İşkencenin ne olduğunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Sizi kollarınızdan tutup adeta sarsıyor. Ayça’ya karşı büyük bir hayranlık duyuyorum.
“Böyle bir kadının hayatımda olmasını çok isterdim.” diyorum kendi kendime.
Koltuklarında oturan insanların çoğu aklından;
“Tiyatroda oynamam gerek.” diye geçiriyor. “Aslında yapmam gereken şey bu.”
Ama hepimiz tutkularımızın peşinden gidebilecek kadar cesur değiliz. Memur şehri Ankara’nın memur zihinli insanlarıyız. Bizler seyirci koltuğunda güvenli bölgede kalmayı tercih eden güruhuz. Sahnedekilere imrenerek bakıyoruz çünkü bizde olmayan her şey orada perdenin önünde mevcut; biraz cesaret, biraz tutku.
Eskiyeni’de Yasmin Levy’yi izlerken de aynı şeyi düşünmüştüm. Sahnede bir başınaydı. Uzun siyah saçlı kadının arka fonunda ne abartılı bir sahne dekoru, ne abartılı bir sahne ışığı vardı. Billur gibi duru ve derin bir sesle Katalanca aşk şarkıları söylüyordu. Şarkı aralarında bir sonraki şarkının adıyla birlikte hikâyesini de anlatıyordu. Hikâyesi olan insanlar güzel insanlardır. Hikâyesi olan şarkılar ise daha da güzeldir.  Büyük bir tutkuyla şarkı söylüyordu Yasmin Levy. İnsanı kendine hayran bırakan bir büyüsü vardı bu kadının. Bu kadar içten, bu kadar tutkuyla söylenen aşk şarkılarının arkasındaki yaşanmışlıklar ne olabilirdi ki? Bir aşkı bir şarkı yoluyla bu kadar derinden anlatmak için kaç kere aşık olmak, kaç kere yenilmek, kaç kere aldatılmak, kaç kere sevilmemek, kaç kere sevişmek ve kaç kere düşmek gerekirdi? Tutkusunun peşinden giden her insanın ödediği bir bedel vardır derler. Aşk en büyük tutkudur. Bu yüzden hep en büyük bedeli aşık insanlar öderler. Peki Yasmin Levy kaç kalp kırıklığı yaşamıştı? Yasmin Levy’nin ödediği bedel neydi? Bu sorunun cevabını magazin dergilerinde bulamazdınız.  Bu sorunun şayet bir cevabı varsa, o da bu soruyu soranın kalbinde yankılanan seste gizlidir.  Yasmin Levy,  “Me Voy”’u söyledikten sonra arka sırada duran müzisyenleri tanıttı ve son olarak klarnetçisine dönerek:

 “ Bu şarkı aşık olduğum adama, eşime.” dedi.

O an hayatın garip bir algoritması olduğunu düşündüm. Yasmin Levy’nin sesine karışan o hafif isyanla karışık aşk dolu ses gerçekten kimin için şarkı söylüyordu? Şu an hayatında olan insan için mi? Yoksa geçmişte kalmış bütün yaşanmışlıklar için mi? Belki de gelecekten gelecek biri için söyleniyordu bütün o tutkulu şarkılar. O an bu sorunun cevabını veremedim.  “Sezen Aksu” gibi sevmek diye bir deyiş vardı lugatta.  Bu yüzden günün birinde şarkı söyleyen bir kadına aşık olmaktan çok korktum.
İnsanın başına hep korktuğu şeyler gelir. November Pub’da takıldığımız o Cumartesi gecesi tanıştım Mavi ile. Müzisyendi Mavi. Billur gibiydi sesi. Yıllardır Ankara’da çeşitli yerlerde grubuyla sahne alıyordu. Ankara’nın küçük olması ve müzikle uğraşan her insanın dolaylı yoldan birbirini tanıyor olması tanışıklığımızı pekiştiriyordu.   Kadınlarla tanışma konusunda hiçbir zaman başarılı olmamıştım. Her seferinde ya karşıma çıkan kadınlar çok iyi kalpli oldukları için beni terslememişler, ya da şansım yaver gitmiş, doğru zamanda doğru yerde doğru şeyleri söyleyen insan olmuştum.  Detaylara dikkat eden ve duyduğu-okuduğu şeyleri kolay kolay unutmayan birisiydim. Mavi, barın kenarında oturmuş elinde bira şişesiyle grup arkadaşlarının soundcheck’i bitirmelerini bekliyordu. Saat November gibi bir mekan için daha erkendi ve grubun sahne almasına daha bir saat vardı. Cesaretimi topladım, onun yanına, araya bir tabure boşluk bırakarak oturdum.  Barmenden 50’lik bomonti şişe istedim. Dolaptan çıkarıp kayıtsız bir ifadeyle önüme bıraktı. Hafızama güvendiğimi söylemiştim ve o an aklıma Mavi’nin eski grubuyla yaşadığı ve internette bir forumda paylaştığı bir anı geldi. Ona doğru döndüm:

“Üç yıl önce bugün eski grubunla Eskişehir konserinden dönüyordunuz.”
Mavi varlığımın farkına vararak yana doğru döndü, “Efendim?” dedi. Hiç istifimi bozmadan anlatmaya devam ettim.
“Üç yıl önce bugün eski grubunla Eskişehir konserinden dönüyordunuz. Bas gitaristinizin beyaz bir Golf’ü vardı.  Beş kişiydiniz ve yolun ortasında benzin deposunun kırmızı ışığı yandı. Herkes benzin almanız gerektiğini söylerken sen; “kırmızı ışık yandıktan sonra seksen kilometre daha gider bu araba gençler, rahat olun.” dedin.
Mavi’nin dudakları tanıdık birini görmüş gibi açılarak kocaman bir gülümsemeyi betimledi.
“Sonra yaklaşık kırk kilometre sonra arabanın benzini bitti ve yolda kaldınız.” dedim ikimizinde yüzünde biraz önce açan gülümse tamamlanırken.

“Ben bile unutmuştum bunu. Sen nasıl hatırladın bunu?  Söyle hadi gruptan kim senin arkadaşın?” dedi kocaman kocaman gülümserken.
“Kimse arkadaşım değil.” dedim “ Bende müzikle uğraşıyorum ve aynı zamanda iyi bir müzik takipçisiyim. Beğendiğim grupların forum sayfalarına bakarım.”
“Ama Ankara’ya geri dönebilmenize sevindim.” diye ekledim.
“Ben Mavi.” dedi elini uzatırken, “Gerçi zaten biliyorsundur.”
“Orada dur bakalım. Seninle kişisel ilgilendiğimi kim söyledi, ben grubunla ilgileniyorum.” Dedim alaycı bir ses tonuyla. Tabii haklısın dedi gülümserken.
“Ben B. Ama sen bana Özgün diyebilirsin.” dedim.

Karşımda güzel, akıllı ve yetenekli bir kadın vardı. Konservatuarı bitirdikten sonra memleketine dönmemiş burada müzik kariyerine devam etmeye karar vermişti. Herşey hakkında fikri vardı, kültürlüydü ve hoş sohbetti. İki kahve söyledik. Ortak zevklerimiz vardı ve ikimizde güzel bir sohbetin tamamlayıcısının kahve olduğunu biliyorduk. O, sahneye çıkana kadar ucu hayata dokunan herşeyden konuştuk. O anlattı ben dinledim, ben anlattım o dinledi. Seslerimiz hava boşluğunu doldurdu. Nefes almak için gereken sessizliği bile susturmuştuk sohbetimizle.

Bahçeden içeriye giren grup arkadaşları Mavi’ye el sallayıp onu sahneye çağırdılar. Bir saat hemen geçip gitmişti. “Benim gitmem lazım. Vaktin olursa çıkışta birşeyler içeriz” dedi gülümseyerek. Masada duran telefonumu aldı, numarasını yazdı ve sahneye doğru yöneldi.  Etrafı saran tutkulu sesi duvarlarda yankılandı. Bir aşk şarkısı söylemeye başladı. Bu hikayenin burada bitmediğini ve daha yeni başladığını biliyordum. Olan olmuştu.  Beni asla sevip sevmediğini bilemeyeceğim bir kadına aşık olmuştum gene. 

Acaba Mavi bir sonraki aşk şarkısını kimin için söyleyecekti? 

Bunu asla bilemeyecektim...




28 Eylül 2014 Pazar

ANKARA HİKAYELERİ: 4-Küçük Siyah Balık



"Kadınlar ile ilgili yapılabilecek üç şey vardır. Onu sevebilir, onun için acı çekebilir ya da onu edebiyata çevirebilirsin. "

                                                                                                                          Henry Miller



Ankara'nın gri kaldırımlarının üzerine serin bir Eylül akşamı çökmek üzereydi. Yüksel caddesindeki kaldırımlara oturmuş etrafı seyrediyorduk. Kırmızı her zamanki gibi bakışlarıyla bir noktaya odaklanıyor, bir süre oraya baktıktan sonra nedensiz tekrar doğru yüzüme bakıyordu. Başkaları ile benim aramdaki benzerlikleri&farklılıkları mı ölçüyordu bilmiyorum. Bir süre köşe başındaki çiçekçiye doğru uzun uzun baktı ve

"Zamanı neden geriye alamayız" diye sordu.

2006 yılındaydık, Kırmızı ile hayatımın en güzel yazını geçirmiştim. Uzun, koyu kumral ve omuzlarının altına düşen saçları vardı Kırmızı'nın. Bu saçların aydınlattğı yıldız ışığı altında ise iki ela göz ve yuvarlak hatlara sahip karakteristik bir yüz. Hani size tanıdığınız bir başkasını anımsatmayan, sadece Kırmızı'ya  ait ince, detaylı ve zarif yüz hatları. İçimden bir ses bu güzel günlerin bir daha asla geri gelmeyeceğini, 2006 yazının benzerinin bir daha asla yaşanmayacağını söylüyordu. Bu yüzden Kırmızı'nın bana sorduğu soruyu kendime soruyormuşcasına ciddiye aldım. 

"Bilmem." dedim önce, asıl cevaptan önce vakit kazanmak isteyen her insan gibi. "Zaman değişimlerin toplamıdır. Değişimleri geri alabilir misin sen?" 

"Bilmem. Alabilir miyiz? " 

"Ben almayı denedim, olmuyor." dedim sol elimi sağ elimin içine saklayarak."Ay batmasaydı ve güneş doğmasaydı zamanı nasıl ölçerdin?" 

"Mesela senin sakallarının uzama süresine göre bir skala oluştururdum" dedi gülümseyerek. 

" İleriye doğru bir adım atman bile bir değişime yola açar." dedim "Bir geri adım atarsın ve zaman gene senin etrafında evrilir." 

"Peki ya dursam, ne ileri ne geri gitsem?" 

"Kalbin durmaz bu sefer. Alıp verdiğin her nefes saçlarına dolanan rüzgarı büker, şekillendirir ve uzaklara taşır." 

"Zamanı durdurmanın yolu yok mu?" diye sordu Kırmızı. Ansızın terkedilen insanlarındandı Kırmızı,  en ummadığı anda çekip gitmişti birileri, eksikti o aralar, eksik bırakılmıştı, ben gibi. 

"Terkediliğinde zaman durur bak." dedim. İnsanlar tarafından yarı yolda bırakılma konusunda tecrübeliydim. "Fiziksel zamanı saatle ölçebilir insan. Ama aslında insan zamanı saatle değil, kendi gördükleri yaşadıklarıyla ölçer." 

"Bak mesela, aynı hatayı tekrar tekrar yaptığında bir adım ileriye gidemediğini düşünür insan. Yıllar önce seni nereye bıraktılarsa orada olduğunu düşündürtür olan biten herşey." 

"Aşk acısı çektiğinde ise içine bir acı yerleşir. Gitmez öyle kolay kolay. Zaman değişimdir. Değişim olmadan zaman ne ileriye akar ne geriye. Bu yüzden kalbinin içine bakarsın böyle anlarda. Hala birine karşı bitmeyen bir aşk var mı yok mu diye. Ama her göz göze geldiğinde o acıyla, zamanın havada asılı kaldığını anlarsın. Sonra bir süre yerlerde sürünürsün, saçmalarsın, normalde yapmacağın şeyler yapar, birşeyleri bozar sonra tekrar düzeltirsin. Günler geçer, aylar geçer ve mevsimler değişir. Sonra tam zaman tekrar akıyor dersin ki yolda bir yerlerde karşılaşırsın seni yarı yolda bırakan insanla. Bir bakmışsın ki kalbinin içinde değişen bir şey yok. Kişisel zamanın hala onun seni bıraktığı yerde, günde, saatte takılı kalmıştır. Zaman onun için akmıştır. Hayatına devam etmiştir, sen edememişsindir. Bir değişim olmadığı için zaman yolda gördüğün herkes için akarken senin için akmamıştır."


"Benim içinde akmıyor şu an." dedi Kırmızı. 

 Akmadığını biliyordum. Bu yüzden Kırmızı'ya arkamı dönüp gidemiyordum. Kısa zaman olmuştu onu tanıyalı ama sanki doğduğum günden beri yanımdaymış gibi hissediyordum. Onunlayken garip bir güven duygusu etrafımı sarıyordu. Aramızdaki münasebet oldukça açıktı. Ben ona bir yılı geçkin bir süredir aşıktım. Bir yıl önce tam şu an oturduğumuz yerde görmüştüm onu. Sevgilisi olduğu için tanışamamıştım. Bir yıl sonra sevgilisinden ayrılmıştı ve tanışabilmiştik. İçten içe hafif bir suçluluk duygusu hissediyordum bu yüzden. Onun bana karşı ne hissettiğini asla bilemedim. Ne arkadaşıydım ne de sevgilisi. Öylesine görüşen iki insandık. Ama bir yandan "Öylesine" kelimesinin derin anlamlar taşıdığı bir cümlenin öznesiydik. 

 Bu yaşıma kadar hayatıma giren sadece iki kadının zekasına hayran kalmştım. Kırmızı  bu insanların ilkiydi. İnsana düşünmediği şeyler düşündüren, görmediği şeyleri görmesini sağlayabilen bir aklı vardı. İçtenliği zekasından geliyordu. Diğer insanların aksine duyumsamak için yaşamıyor, yaşadığı için bir şeyleri duyumsuyordu. Bazen içimden "keşke Kırmızı'ya aşık olmasaydım, arkadaşım olsa, hep yanımda kalsa." diyordum.


"Zaman akmaya devam edecek yani" dedi Kırmızı. 

"Akacak." dedim "Umarım kıyıya vurduğumuzda nehir akıntısı beni senin çok uzağına atmaz"

"Umarım" dedi. Ayağa kalktık, yürümeye başladık. İçimden bir ses bunun son yürüyüşümüz olduğunu söylüyordu. Kırmızı bundan sonra hayatımda olmayacaktı. Bu his neden gelip içime yerleşmişti. Yıllar sonra o gün "A"nın beni hayatından çıkardığını anladığımda da aynı tanıdık his gelip içime yerleşmişti.

"Bana kocaman pörtlek gözlü siyah balıklardan alsana Özgün?" dedi Kırmızı. "Zamanı onun büyümesiyle ölçelim birlikte"

"Olur" dedim Kırmızıya, küçük siyah balıkların ömrünün kısa olduğunu bildiğim halde.

4 Temmuz 2014 Cuma

ANKARA HİKAYELERİ: 3- Saçları Kısa Kadınlar




                                                                                                                 


Merhaba A


    Bugün geçen yılın üzerinden akıp giden zamanı saydım. Odamın duvarlarını yokladım önce, atılmış binlerce çentiği saydım. Sonra uzandığım yerden kalktım, yatağımın altına süpürdüğüm hatıralara baktım. Küçükken toplamaya üşendiğim oyuncaklarım gibiydiler. Oynamaktan yorgun düştüğümde uykum gelir, uyumadna önce toplamaya üşendiğim için onları oyuncak sepetine değil, yatağımın altına atardım. Evdeki en güvenli yer yatağımın altıydı çünkü. Görünmeyen canavarlardan korktuğumda oraya saklanırdım. Sevgili A, Benim için çok değerlisin. Bu yüzden hatıraların, sana ait sözcükler, cümleler, nefes alıp vermeler uçup gitsin, hava boşluğuna karışsın istemedim, hepsini bildiğim en güvenli yere sakladım, yatağımın altına. Sabah uyandığımda orada ol istedim, yatağımın altında, hayatımda, günlerimde, haftalarımda, aylarımda ve yıllarımda.

    Yatağın altına eğildim baktım, biraz kurcaladıktan sonra elime ilk gelen hatıraya baktım. Kafe Lins'de oturuyorduk. O zamanlar saçlarını kestirmemiştin. Omuzlarna değen saçlarını çoğu zaman açmıyor, at kuyruğu yapıp arkadan topluyordun. Oysa saçların açıkkende çok güzeldin. İlk çayı normal, ikincisini ise hep açık içerdin. O günkü ruh haline göre parfüm seçer, her seferinde başka bir koku seni bana hatırlatırdı. Ruhunu izdüşümü gibiydi kokular. Her biri ayrı ayrı seni tanımlamıyor, sadece hepsi bir araya gelince bir bütün "A" ediyordu. Gökkuşağı gibi... Gökkuşağını ne sarı, ne kırmızı ne de mavi tanımlardı. Yedi rengin karmaşasının oluşturduğu tek bir renkti gökkuşağı

  Mutsuz olduğunda sufle yerdin. İlk kaşığı iştahla yer, ikinci üçüncü kaşıktan sonra ise bir yandan derdini yumuşak kelimelerle anlatmaya çalışır, bir yandan ise sufleye kaşığını batırıp çıkartarak oynardın. Kelimelerden bağımsız bir hikaye anlatan yüz mimiklerin vardı, her bir kelimenin altını çizen, o kelimeye, o olaya, o anlatışa daha derin anlamlar katan surat ifadeleri.


"Bugün görüşelim mi?" dediğimde hep aynı cevabı verirdin;

"Olabilir"

Bir kelime bir insanın dilinin ucuna ancak bu kadar yakışırdı.


        Yatağımın altına saklanamayacağımı, onun altının sana ait hatıralarla dolu olduğunu anladığım an ev artık o eski güvenirliğini yitirmişti. Dört duvar arasına sığınmakta çözüm değildi artık. İşin kötüsü dün gece seni rüyamda görmüştüm. Üzüntüler ve kederler su yüzeyine çıkmak için en zayıf anımızı kollarlar. Bilinçaltımız bir çöplüktür, tıpkı Mamak çöplüğü gibi belirli aralıkla sıkışmalar yapar ve patlar. İster dünyanın en iri yarı, ister en çelimsiz, sıska insanı olun, rüyalarımızda hepimiz beş yaşındaki çocuklar gibi savunmasısız. Bu duygu patlamaları rüyalarımı mesken edinmişti. Gündüz vakti ne kadar güçlüysem, umursamazsam, gece vakti bir o kadar savunmasız ve çaresizdim. İnsan böyle durumlarda köşeye sıkışan kedilerin nasıl bu kadar saldırgan olabildiklerini anlayabiliyor. Bende öyleydim, gece 3'de Tunalı'dan Kurtuluş'a yürürken "biri laf atsada ağız burun dalsam" modundaydım. Böyle durumlarda medeniyet-görgü kurallarını bir kenara bırakıyordu insan. Ne iş yaptığınızın, hangi siyasi akımın parçası olduğunuz, ne giydiğiniz, ne düşündüğünüz ve en önemlisi ne içtiğinizin hiçbir önemi olmuyordu. Söz konusu ağız burun dalmaksa tüm bunları bir kenara bırakıyordunuz. 

       Eve geldim, dişlerimi fırçalamadan yatağa uzandım, uyumaya çalıştım, olmadı. Seni rüyamda görürüm diye korkuyordum. Gerçek hayatta karşılaşsak işim daha kolaydı, seninle sohbet eder, konuşur, belki bir kahve içebilirdik. Ama rüyalar böyle değildi. Konuşmak istiyordun, konuşamıyordun, dokunamıyordun, uzaktan öylece bakıyordun olanlara. Rüyalarının gidişatını değiştiremiyordu insan.   Aslında dibe vurma sürecim bir günlük bir zaman diliminden ibaret değildi. Son iki aydır hızlı bir şekilde irtifa kaybediyordum. İnsan çok hızlı düşerken, kafası taşa çarpana kadar bunu farkedemiyor. Benimde öyleydi. Düşerken farkedemedim. Oysaki ayağım çok ama çok uzun zaman önce bir taşa takılmıştı.
       

   Her Tunalı'ya gittiğimde karşılaşırız diye Paşabahçeye gidiyordum, sürahilerin bulunduğu rafın arka tarafında bulunan kahve kupalarının durduğu rafın önünde takılıyordum. Seni bekleme yerim orasıydı. Hem dükkanın girişini görüyor, hemde arka tarafını kolaçan etmene olanak sağlıyordu. Çalışanlar tarafından her seferinde dükkana girip eli boş çıkan müşteri kategorisine sokulmamak için
birkaç parça bardak bakmaya karar verdim. Kafe Sardunya'da meyveli şarap ikram ettikleri bardakların benzerlerini arıyordum. Günün birinde evim olursa bu bardaklardan alacağım demiş, ama her seferinde bu alım işini ertelemiştim. İki mavi, iki şeffaf, üç de açık turuncu bardak aldım. Sonra yan reyona gözüm çarptı. Küçük rüzgar gülleri vardı. Rüzgar güllerinin her bir kanadı, içli ve dışlı, farklı renge boyanmıştı. Tek başına baktığında yaprakları yedi renge boyalıydı. Üflediğinde rüzgar gülü dönüyor, döndükçe yedi renk bir araya gelerek tek bir renge dönüşüyordu.Laçin ve İlksen ile bestekardaki Retrox'da buluşacaktık. İki tane aldım o rüzgar güllerine, bardakların yanına, sepete attım. Sonra tam kasaya giderken döndüm ve üçüncü bir rüzgar gülü aldım. Laçin ve İlksen dövme bakmaya, sokağın başındaki dövmeciye gitmişlerdi, bir on dakika daha yoklardı. Mekana oturup bir bomonti filtresiz söyledim. Bu aralar beni kahveden sonra mutlu eden tek içecekti. Arkadaşlarımı beklerken mekanı izlemeye koyuldum. Nispeten hareketsiz bir Pazar günüydü, Ankara sokakları tatile giden insanlar ve ramazan sebebiyle tenhalaşmıştı. 


Retrox pek dolu sayılmazdı. Dört beş masa doluydu sadece. Oturduğum masanın iki yanında bir çift oturuyordu. Çocuk yirmibeşlerinde gösteriyordu. Tipi, tarzı ve konuşması abartısız götüme benziyordu. Kızın yeşil gözleri ve kömür rengine boyanmış saçları vardı. Saçlarına güneş vurduğunda morlu, mavili ışıklar yayılıyordu etrafa. Onlara baktım, biramdan bir yudum aldım. Çocuk kızı mütamadiyen ses çıkara çıkara öpüyordu. Biramdan tekrar bir yudum aldım, acaba şu an dünyada kaç çift öpüşüyordur diye düşündüm. Sinirlerim götümde atıyordu, bu yüzden herkese atarlanma hakkım olduğunu düşünüyordum. "Sevişmeyin lan" diye bağırmak istedim bir an. İnsan üzgün olunca bütün medeniyet kurallarını unutyor. Benimde içimdeki "küçük faşo" uyanmış, adeta bir arka mahalle dallamasına dönüşmüştüm. Sonra bir yudum daha aldım biramdan. Yolun ucunda arkadaşlarımın geldiğini görünce sakinleştim. 


L, koluna yaptırmayı planladığı dövmenin eksizini gösterdi, güzel olmuştu. Paşabahçe torbasındaki rüzgar güllerini gördüler, "Bize mi aldın?" dediler "Evet" dedim. 

"Çok mutlu oldum" dedi L. L öyle bir insandı. Mutlu olunca yüzünden anlardınız. Öfkeside mutluluğada dolayısz ve içten olan sayılı insandan biriydi. Değerli bir arkadaştı benim için.

Sonra torbadaki üçüncü rüzgar gülünü gördü L. "Onu kime aldın?" diye sordu.

 "A"ya aldım diyemedim. Rüzgar güllerinin ve gökkuşağının seni bana hatırlattığını bilmiyorlardı çünkü. O hediyeyi sana asla veremeyeceğimi bilmiyorlardı çünkü. Asla veremeyeceği bir hediyeyi alacak kadar ilginç biri olduğumu düşünsünler istemedim. "A"'ya aldm diyemedim, kendime aldım dedim.

     Eve geldim, rüzgar gülünü balkona, salondaki çalışma masasındanda görülebilecek bir yere astım. Rüzgar esti, evime sen geri gelmişsin gibi hissettim. Sonra esen rüzgar kesildi.  Dört duvar gene en emniyetsiz yerdi benim için.  İçeride nefes alamadığımı hissettim. İçime çöreklenen büyük bir acı vardı. Bütün dünyaya seni özlediğimi ama beni görmek istemeyeceğini söyleyemiyordum. Hatırlamanın en kolay, unutmanın ise en zor olduğu zamanlarımdaydım. Dışarı çıktım. Kurtuluş parkına geldim. Koşu pistinde bir tur attım. Götümden bile ter akıyordu. Hala içimdeki acıyla karışık öfke, biraz hayal kırıklığı, biraz özlem ve bitmeyen aşk azalmamıştı. Bir tur derken ikinciyi koştum, sonra üçüncüyü, sonra dördüncü derken, onuncu turda yere yığılıp kaldım. Götüm ağzımdan çıkana kadar koşmuştum. Terlemeyen hiçbir yerim kalmamıştı. O an bir melek gelse, "Öldün olum sen, kabul ediyor musun? Hadi gidek mi?" dese, "Hadi gidelim" derdim. O kadar mutsuzdum yani. Hani ölmeyi isteyecek fakat ölmeyi beceremeyecek kadar kötü bir durumdaydım. Mutsuzluğun en derin anlamını yaşıyordum. Eve gittim, zıbardım yattım. Rüyamdan bu sefer seni görmedim. 

       Ertesi gün kendo antremanı vardı. Her seferinde erkenden gelir, dojo'nun önündeki banklara oturur, etrafa bakar, bazen bilgisayarda birşeyler yazardım. Güzel bir kiraz ağacı vardı bankın önünde, baharları o ağaca baktıkça "keşke iyi bir fotoğrafçı olsaydım. " diye geçirirdim içimden. Bir an huzur dolar, rüzgarı hatırlardım.Kılıç kullanmak için boş bir zihin gerekir. Bu yüzden seni düşünmemek için buraya gelmiştim. Belki dayak yersem aklıma başıma gelir diye. Antreman sıcak ve yorucu geçiyordu. Maç sırasında kafama aldığım her darbe beni senin düşüncenden uzaklaştırması gerekirken, daha çok yakınlaştırıyordu. Son kaçış yerimde zaptedilmişti benden habersiz. Zihnimin içindeydin. Seni çok özlemiştim ve bunun için yapabileceğim birşey yoktu. 

          Saçını kestirmeyi hep istiyordun, mutsuzdun, biliyordum. Mutsuzluğunun kaynağı ben olmasam bile zordu buna dayanmak. Birini çok sevince böyle olur. Üzülsün istemezsin. Ama dünya mutluluklarla dolu siyah-beyaz bir film perdesi değil. Aylardan sonra o gün geceyarısı bana mesaj attığında "Seni çok özledim A, Allah kahretsin, seni çok özledim" yazdım, sonra geri sildim. Mutluluğa doyduğumdan, sana ihtiyacım olmadığıdan değil. Aksine sana en çok ihtiyacım olduğu zamandı. Ama seni sevmeyen birine "seni çok özledim" diyemezsin. Onun yerine "neden aradın" dedim. Bir cevap bekliyordum, "seni sevdiğim için" demeni, yada "at ağızlı seni çok özledim o yüzden aradım" demeni. Cevap olarak sadece "öylesine" dedin. Herşey öylesineydi zaten. 

             Bu sabah mail kutumu kontrol ettim, senden gelen bir mail yoktu. Mail kutumdaki "taslak" kutusu sana yazılmış fakat gönderilmemiş doksan dokuz mail vardı. Sana söyleyemedeğim o kadar çok şey vardıki.... Silmek istedim, yapamadım, elim varmadı. Belki günün birinde okursun diye taslakları saklamaya karar verdim.

Sevgili A 

Seni ozledim hic bir dilde anlatamayacagim kadar... Iyi ol lutfen. Seni kirdigim tum zamanlari geri alabilsem ama gucum yok... Ilk defa unutamamaktan korkuyorum. Cok seviyorum seni. Sevmemeye gucum olsa keske..


3 Haziran 2014 Salı

ANKARA HİKAYELERİ: 2-BİR BAŞKASINDAN HOŞLANIRKEN BİR BAŞKASIYLA ÇIKMAK




Türkiye'deki eğitim sistemi insanı en yaratıcı olduğu döneminde alır, dersane sıralarında, ucu sonu belli olmayan bir koşuşturma içine koşar. Lise birinci sınıftayken tek istediğim ders çalışmak zorunda kalmadan müzik yapmaktı. Okul-dersane-ev üçlemesi arasında kısıtlı vakit ayırabilip grubumla prova yapabiliyorduk. İnsan zorluklar arasında yaptığı şeyleri büyük bir tutkuyla yapıyor. O yüzden o zamanlar şimdiye kıyasla daha büyük bir tutkuyla çalıyordum, yada bana öyle geliyordu. Lise 2nci sınıftayken Zafer dersanesine gidiyordum, yakın arkadaşlarımdan biri buraya geldiği için onun peşinden bende gelmiştim. Ziya Gökalp caddesi üzerindeydi dersane binası. Gösteriler ve yürüyüşler olduğunda hep bu cadde kapatılır, bizleri ise binadan dışarı çıkarmazlardı. Biber gazı ve tomalar o zamanlar şimdiki olduğu kadar sık kullanılmazdı. Ama polis şiddetinin havada hissedilen kokusu o yıllarda da aynıydı. Değişen birşey yoktu. Hükümetler değişti biri gitti diğeri geldi,  polis terörü aynı kaldı.

 Pazar sabahları derse gitmeden yolun karşısındaki Mado pastanesine uğrardım. Orada çalışan herkesin üzerine  susam kokusu sinmişti. İçeride bir çay içimlik sürede oturduğunuzda sizinde üzerinize susam kokusu siner, bir kaç saatte geçmezdi. Dersaneden çoğu kişide benimle birlikte aynı saatte pastanede olurdu, önceden konuşulmamış-planlanmamış bir buluşma saati gibiydi dersden 10 dakika öncesi. O zamanlar cep telefonlarımız vardı ama mesajlaşmak ve aramak oldukça pahalıydı. Bu yüzden teknolojik bir aleti ilkel bir iletişim aracına dönüştürürmüşcesine birbirimizi "cepten çaldırarak" iletişim kurardık. Sevgililer, arkadaşlar birbirlerini çaldırdıklarında bu "aklımdasın" demekti.
Aslı'da pazar sabahları Mado'ya simit almaya gelirdi. Koyu kumraldı. Küt saçları çenesine kadar uzanıyor, saçlarının uzunluğu arkaya doğru katlar şeklinde azalıyordu.Belirgin ve hafif çekik gözleri vardı.

Aslı ile birebir olarak tanıştırılmamıştık, birçok arkadaşımız vardı ve birbirimizi ismende olsa biliyorduk. Lakin bir araya gelip iki kelam etmişliğimiz yoktu. Birbirlerinin sadece isimlerini bilen iki yabancıdan farksızdık. Yolda yürürken karşılaşıldığında merhaba denilen  bir samimiyetimiz vardı; beklentisiz ve öylesine gelişen. Aslı'dan hoşlanıyordum. Bunu buram buram isyankarlık buram buram ergenlik kokan ruh halim reddetsede kalbim düşüncelerimi yalanlayamıyordu. Böyle durumlar çok tehlikelidir. Vücüt ani bir darbeye karşı kendini savunmak üzere refleksler geliştirmiştir. Ruhun  kendini savunmak için geliştirdiği refleks ise inkar etmektir. Kalp ve ruh kendini savunmak için ortadaki duyguyu, düşünceyi veya durumun mevcudiyetini inkar eder. Fakat birşeyi sistematik olarak inkar etmek onun gerçekliğini daha da pekiştirir.

"Aslı'dan hoşlanmıyorum" diyordum kendi kendime. Aslı'nın beğenmediğim özelliklerini düşünürken aslında kendimi onun en beğendiğim özelliklerini düşünürken buluyordum. Büyük bir çelişkiydi birinden hoşlanmak. Hem o hep yanında olsun istiyordun, hemde sıkıştığında kıyıda bir köşede kaçıp gidebilecek bir yalnızlığın olsun istiyordun.Aslı hem bedenen hem ruhen devrimci bir kızdı. Bizler bir haksızlık karşısında dilimizi yutarken, elini kirli ve kokuşmuş ağzımıza daldırır, bizlerin söyleyemediği bütün gerçekleri haykırırıdı. Çoğu zaman eylemden çıkıp derse gelirdi. Üstü darmadağın kan ter içinde... Eylemi dağıtırdı çevik mütamadiyen. Ama her ne olursa olsun Aslıa bir yolunu bulur, hayatının düzenini bozmaz ve derse gelirdi. Bazen imreniyordum Aslı'ya. Bizlerin yapamadığını yapıyor, sistemin kölesi olan, sınavla yatıp sınavla kalkan bizlere sağır kulaklarımızın duymadığı bir mesaj veriyordu.

Günlerden 1 Mayıstı. Hükümet işçilerin yürümesine izin vermemiş, polis ve Ziya Gökalp caddesi üzerindeki kitle arasında ufak gerginlikler yaşanıyordu. O pazar dersim 13.00'da başlayacaktı, metrodan indikten sonra Karanfil sokağa sapmış ve yolun karşısına geçmiştim. Yolun başında çevik kuvvet büyük bariyerler kurmuş, kimsenin Güvenpark'a geçmesine izin vermiyordu. Aralarından sıyrılıp açık olan cadde trarafına doğru yürümeye başladım. Bacaksız bir ergenken tek yapabildiğiniz izlemektir. Bu yüzden yürürken göstericileri izliyordum. Yediden yetmişe her yaşta insan vardı. Bir amaç uğruna yürüyen binlerce insan. Ben ise amaçsız, tek başıma yürüyordum. Aslı'yı gördüm. Bütün güzelliği ile kalabalık arasından kendini belli ediyordu. Yanında benim kısaca "göt" olarak nitelediğim erkek arkadaşı vardı. Aslı'dan yedi yaş büyüktü. Liseden sonra dört yıllık bir üniversiteyi kazanamamış, iki yıllık meslek yüksekokuluna gitmiş sonrasında ise orada burada çalışmaya başlamıştı. Eğitim sistemi  tarafından beyni yıkanmış bir bireydim o sıralar. Bu yüzden hayatta başarının ve doğruya giden yolun dört yıllık üniversite okumaktan geçtiği inandırılmıştı bizlere. Üniversite okumadna başarılı, üniversite okumadan faydalı bireyler olamazdık eğitimcilere göre. Bana sorsanız okumaz, müzik yapar, yazı yazardım. Ama olmuyordu. Çarkın dönmesi gerekiyordu.

Çocuk bu açıdan bakınca masum, kalbimin penceresiyle bakınca tam bir sünepeydi. Kendime itiraf edemesemde Aslı'ya aşıktım, ergendim ve bunlar saçmalamak için gayet geçerli sebeplerdi. Bende olmayan bütün herşey Aslı'da vardı, bu yüzden seviyordum belki onu. Sevmek için insanın geçerli bir sebebe ihtiyacı var mı yok mu onuda bilmiyordum Hiçbirşeyin bilinmediği fakat öğrenildiği yaştaydım ve hep bu yaşta kalmak istedim...

Dersaneye yaklaştıkça kalabalık artmıştı. İnsanlarda büyük bir tedirginlik vardı, herkes homurdanıyor, düzensiz ve devamsız sloganlar atıyorlardı. Sonra Ziya Gökalp'i Yüksek caddesine bağlayan taraftan elliye yakın çevik caddeye doğru koşarak saldırmaya başladı. Bir yandan gaz atıyorlar bir yandan karşılarına çıkanları jopluyorlardı. Tam bulunduğum yere bir gaz bombası gelmişti, Ne olduğunu anlayamadan yere yığılmış, yanan gözlerimi ovuşturmaya başlamıştım. Balkon çocuğu olarak yetiştirildiğimiz için bu ortamlara alışık değildik. Gözlerimi açamıyordum, genzimde hafif bir yanma vardı. El yordamıyla yol kenarındaki direklere tutundum ve hareketsiz bir şekilde öylece bir beş dakika durdum. Etraftan sadece çığlık sesleri geliyor, polisin "Bunu al, al, al, al" dediğnii duyabiliyordum. Birileri dayak yiyor, birileri göz altına alınıyordu. Haksızlık yanı başımdaydı ama ağzımı açıp birşey diyemiyordum. Gözüm iyiden iyiye yanmaya başlamıştı ki biri gelip koluma girdi ve beni bir binanın içine soktu.

"Şimdi gözlerine limon suyu sıkacağım, iyi gelir" dedi.

Bu sesin sahibini tanıyordum. Daha önce onlarca kez başka insanlara başka başka kelimeleri seslendirirken duymuştum bu sesi, adı Aslı'ydı. Limon gözümün yanmasını hafiften almıştı, zor da olsa gözlerimi açabildim. Aslı'nın gülümsemesi ile göz göze geldim. Güneşe bakarken açan bir çiçek gibi hissettim kendimi, ben doğmuştum ve güneşi görmüştüm. Durumu özetliyordu.

"Teşekkürler" diyebildim zorda olsa. Zira genzim hala yanıyordu. " Limon suyu iyi geldi." dedim

"İyi olmana sevindim." dedi Aslı, gülümsedi, sonra dışarıya baktı, dışarıda gördüğü polis terörü gülümsemesini bir anda söndürdü.

"Sevgilin nerede?" diye sordum.

"Müdahalede birbirimizi kaybettik." dedi. Bence birbirlerini kaybetmemişler, müdahale başladığında çocuk tabanları yağlayıp kaçmıştı. Eğer Aslı bana gerçek fikrimi soracak olsaydı ona sevgilisinin tam bir tabansız olduğu ve Aslı'nın duygularını sadece sömürdüğünü söylerdim Ama istenilen sorular istenildiği zaman sorulmuyordu.

"Sana borçlandım." dedim ayağa kalkarken. "Borçlu kalmayı sevmem"

"Günün birinde" dedi Aslı " Her borç ödenir." Sonra bana veda edip eylemcilerin arasına karıştı.

****


O olaydan sonra Aslı ile aramızda garip bir bağ oluşmuş, çok iyi iki arkadaş olmuştuk. Onu hala seviyordum ama sevgilisi vardı. Dersten önce buluşuyor çay-kahve içiyor ve sohbet ediyorduk. Oldukça kültürlü bir kızdı. Felsefe ve siyasete dair derin fikirleri vardı. Ama her muhabbette geliyordu. Hani insanın ne kadar konuşursa konuşsun sohbetinden sıkılmayacağı bir insandı.  Benim yanımdayken asla sevgilisinden bahsetmiyor, onunla yaptıkları-konuştukları ve ortak hayatları mevzu bahis olmuyordu. Aslı dünyanın en tatlı insanlarından biriydi. Dışarıda yağmur yağsa, karlar eriyip çamura dönüşse bile hep gülümsüyordu. Bir insan güneşe aşık olabilir miydi, ona bakarken hep bu soruyu kendime soruyordum.

Aslı verdiği bütün sözleri tutardı. En çok da bu huyunu severdim. Bazen eylemden çıkar yanıma gelirdi. Üstü başı dağınık olurdu. Ama başına ne gelire gelsin o hep gelirdi. Buluşmaya geç kaldığı her seferinde acaba gözaltına mı alındı diye endişe ederdim. İnce ve saf bir ruhu vardı, kirlensin, kirletilsin istemiyordum. Bu gri şehre yakışmayacak kadar beyazdı.

Bir gün Aslı yanıma geldiğinde gülümsemiyordu. Gülümsemesini ve bütün takılarını gizli kutusunda bırakmış gibiydi. Karanfil sokağın sonundaki "Harabe" isimli kafedeydim. Yanıma geldi, oturdu ve bana sarılıp ağlamaya başladı. Sarıldıkça ağladı, ağladıkça daha sıkı sarıldı. Bazen böyle olur. İnsan birinin omuzunda hıçkırıklarının yankısını duymadan ağlayamaz. Sanki şimdiye kadar biriktirdiği bütün gülümsemelerinin bedelini ödüyormuşcasına çok ağlıyordu. Sonra nedendir bilinmez birden sustu, başını omzumdan kaldırdı ve ancak o zaman "Ne oldu?" diye sorabildim.

Sevgilisi Aslı'yı aldatıyormuş. Bir gece değil, bir gün değil, bir hafta değil, bir yıldır. Aynı anda hayatında bir başka kadın daha varmış, Aslı bunu yeni öğrenmişti ama. Aldatıldığını öğrendiği ilk an insanın kendisini en aciz ve en yetersiz hissettiği andır. Birşey diyemezsiniz, yutkunamazsınız, konuşsanız konuşamaz, sussanız susamazsınız. Bütün kelimeler kafesinden uçar gider, geriye bir tek "Neden"  kalır; "Neden".

Aslı bu soruyu kendine yüzlerce kez sormuştu. Cevabı yoktu. Aşk bir kişilik sorunu değil, bir duygu yanılsamasıydı. O da biliyordu bunu. Ama neden sorusunu kendine tekrar tekrar soruyordu. O tabansız bok suratlı için ağlaması canımı yakıyordu. En kötüsüde sevdiğim kadının ızdırabını ve acısını azaltmak için elimden hiçbirşey gelmiyor olmamasıydı. Sadece yanında durup susabiliyordum. Susabilmekte bir yetenek gerektiriyordu böyle zamanlarda.

Aslı bir süre ağladı, duruldu, sonra tekrar ağladı ve böylece üç hafta bir yılmış gibi geçti. Sonra bir gün Aslı yanıma geldi, yüzü gülüyordu ama yüzündeki gülümseme eski parlaklığında değildi. Benimle konuşması gerektiğini söyledi. Yanıma oturdu. Tavrı kontrollü ve kelimeleri seçilmişti.

"Erkek arkadaşımla barıştık biz" dedi. Hafif mahçup hafif kırgındı bakışları. Yere düşürdüğü kolyesini arıyor gibi gözlerini zeminden kaldırmadan etrafa bakınmayı sürdürdü.

"O kızı benden çok önce tanıyormuş. Benimle tanıştıktan sonra o kızı terk etmiş fakat kız bunun peşini bırakmamış, tehdit etmiş. Tek sevdiği ve ömrünün geri kalanını geçirmek istediği kadın benmişim". dedi Aslı

"Çok özür diledi benden. Affetmemi istedi. Bir haftadır kapımda sabahlıyor onu affedeyim diye." dedi.
O an Aslı'ya; "Sen dünyanın en aptal ve saf insanısın" demek istedim. Şimdiye kadar tanıdığım kız bu yalanlara inanmıyor olmalıydı.

Ama aşk insanı böyle yapıyordu. En devrimci, en ilkeli kadın bile aşk karşısında erimiş mum gibi oluyor, ateş yandıkça o ilk şeklini, hacmini koruyamıyor ve eriyip gidiyordu. "Nasıl güveneceksin ona? Tekrar nasıl kazanacak güvenini ?" diye sordum sesimin tonunu kısmadan, cesurca fakat üzgün bir ses tonuyla.

"Kazanmasına gerek yok." dedi Aslı "Güveniyorum ona."

"Sen bilirsin" dedim. Üzgündüm. Üzüntümü dile getiremediğim için, aşık olduğum kadının yanlış erkekle birlikte olduğunu bildiğim fakat bu konuda birşey yapamadığım içinde üzgündüm. Üzüntülerim bir toplamdı, çarpım tablosuna dönüştü.

Sonra ayağa kalktı, bana sarıldı. Gözlerimin içine baktı. Nefesimi duyacak kadar dudaklarımı dudaklarıma yaklaştırdı ve beni öptü.

"Seviyorum seni Özgün" dedi "Ama arkamda yarım bir hikaye bırakamam"

"Anlıyorum" dedim ama anlamıyordum; hayatı, arkadaşlıkları, aşkı ve diğer herşeyi ... 

"Beni affedebilecek misin?" diye sordu, "Sana borçluyum." diye yanıtladım. "Borcumu ödeme vakti"


Sonra gün ışığı gitti, yağmur yağdı.



Dışarıya çıktım, dersaneye doğru yürümeye başladım. Yağmur çiseliyordu. Yürüdüm. Düşünmemeye çalışarak, düşünmemeyi düşünürken buldum kendimi sonra, Aslı'yı düşünmemeyi düşünürken buldum kendimi.


Ders bitti, sınıftan dışarıya çıktım. Binadan dışarıya çıktığımda yağmur bitmiş, havada yağmur ve sis kokusu asılı kalmıştı. Binanın köşesini döndüm ve dönmemle birlikte yüzümün ortasında bir yumruk patladı. Kavgaları hep ilk yumruğu atan kazanır. Ve insan ilk yumruğu yediği anda keşke ilk yumruğu atan ben olsaydım diye hayıflanır.  Yere kapaklandığımda yumruğu atanın Aslı'nın erkek arkadaşı olduğunu düşünmüştüm ama karşımda yan sınıftan iki apaçiyi görünce yanıldığımı anladım.

Karşımdaki iki çocuktan biri kısa ve tıknaz biri diğeri ise daha cüsseliydi. Sanki biri beyin, diğeri kas gücünden oluşuyordu ama ortak noktaları ikiside Ankara'nın eşi benzeri bulunmaz mal insanlarından biri olmalarıydı.

Kısa boylu olan yanıma geldi ve "La bebe evrime bakmayacaksın bundan sonra" dedi.

"Evrim kim lan" dedim "Mal mal konuşmayın.".

  Bu arada etrafımızda büyük bir kalabalık toplanmıştı. "Mal mal konuşmayın" dedim.

"Ya hala inkar ediyor." dedi kısa boylu yürüyen göt kılıklı çocuk. Bu arada benim arkadaşlarımda olay yerine gelmiş, ortam iyice gerilmişti.

"O kız bize emanet haberin olsun" dedi irice ve etrafa boş boş bakan dümbük.


Sonra kalabalığın arasından mor kazaklı bir kız çıktı ve iki çocuğa dönüp :

"Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz." diye bağırdı. Sonra bana döndü ve "Çok özür dilerim." dedi

"Sorun değil" dedim. Çocuklar iyice fitil olmuşlardı. Kız çocuklara döndü ve "Hadi gidin artık" dedi. Olayın büyümeyeceğini anlayan meraklı güruh yavaş yavaş dağıldı. Geriye mor kazaklı kız ve ben kaldık.

"Ben Evrim" dedi mor kazaklı kız. "Bu şekilde tanışmak istemezdim, tekrar tekrar özür dilerim."

"Etkileyici bir giriş oldu" dedim. "Normalde dayak yedikten sonra güzel kızlar beni yerden kaldırmaz"

"Bugün normal bir gün değil demek ki" dedi.

Metroya kadar birlikte yürüdük, ağır adımlarla, hafif bir sohbetle. Metroya geldiğimizde yollarımız burada ayrılyıor dedi. Meşrutiyet caddesinden otobüse binecekti.

Uzandı, yanağımın dudağıma yakın tarafından öptü beni. Aynı gün Aslı'dan bir veda öpücüğü almış, Evrim'den ise bir merhaba öpücüğü almıştım. Hayat garipti, dengesi yoktu ve kesinlikle ilginçti.

"Yarın kendimi sana affettirebilir miyim? diye sordu.

"Neden olmasın" dedim.

"Neden olmasın" dedi. "Yolda yürürken dikkat et, dayak yeme" dedi alaycı bir tonda.

"Neden umrunda olsun ki" dedim.

"Umrumda çünkü artık bir erkek arkadaşım var." dedi.

Hayat gerçekten garipti...








25 Nisan 2014 Cuma

ANKARA HİKAYELERİ: 1- Dokunmak Üzerine



Dokunmak en insani duygulardan biridir. Her kelimenin evrensel bir anlamı vardır. Birisine bilmediği bir kelimenin anlamını anlatabilirsiniz. Yaşadığınız bir duyguyu en öznel ve en yalın haliyle tanımlayabilirsin. Aslında hayatta düşünülen, yaşanan çoğu şey sözcüklere, cümlelere ve detaylı paragraflara dönüştürülebilir. Ama dokunuşların yarattığı çağrışımları bir başkasına anlatamaz insan. En temel duygudur dokunmak. Küçükken sıcak bir şeye dokunmadan, elini yakmadan "sıcak" kelimesinin anlamını anlayan biri var mıdır? Yada kara dokunmadan "soğuk" kelimesinin anlamını çıkarabilen biri ?
Bir insanın dokunuşunu asla başka bir insana anlatamazsınız bu yüzden. İki kişi arasında sıkışıp kalan bir sır gibidir dokunuşları. Bir kelimeye, bir dile, bir sese, bir heceye ihtiyaç duymadan durumları en yalın haliyle anlatır. Herkesin dokunuşu farklıdır. Teninizde bıraktığı iz, koku farklıdır. Hiçbirşeye benzemez. Ne unutabilirsiniz, ne de yerine bir başkasının dokunuşunu koyabilirsiniz. Zaman geçer, yüzler, isimler, verilen sözler unutulur ama dokunuşlar hep teninizde kalır.

Aslında çoğu başlangıçlar ufak bir dokunuşla başlar, ufak bir dokunuşla biter. Bebeklerin gördükleri herşeye dokunmak istemeleri bu yüzdendir. Ayaklanıp, parklarda ve bahçelerde koşmaya başladıklarında ise gördükleri ilk güzel çiçeği koparır ve küçük avuçlarının içinde dokunarak severler. Dokunmak tanımaktır.

İnsanlar kadar şehirlerinde bir hafızası bir dokunuşu vardır. Bu yüzden dışarıdan gelen insanların çoğu Ankara'yı sevmez. Ankara'dan İstanbul'a gidenlerde İstanbul'u sevmez çoğu zaman. Her şehrin bir dokunuşu vardır kişi ile şehir ışıkları arasında saklı. Bir Ankaralı ne kadar dil dökerse, ne kadar gezdirirse gezdirsin, karşısındaki insanın bu şehri sevmesini sağlayamaz. Evvela o insanın şehirle bir temas etmesi gerekir. İlk dokunuş- ilk temas çok önemlidir. Şehrin elleri, güzel ve uzun parmakları yoktur ama insanları vardır. Bir insana burayı sevdirmek istiyorsanız ona bir hikaye vermeniz lazım. Bir kitabın sayfaları ancak dokunularak çevirilir çünkü.

Büklüm sokağın sonundan Kızılay tarafına doğru yürürken bütün hayatın kısa bir özetini yapmaya çalıştım, imla hataları yaptım, kelimeleri atladım, düşük cümleler kurdum. Kendimi bu kadar yalnız hissetmemin normal olmadığını düşündüm. Hayatıma beni sevdiğini söyleyen onlarca kadın girmiş, onlarca kadın çıkmıştı. Ama genede bu yalnızlık duygusu bitip bilmeyen bir kepek problemi gibi omuzlarımda asılı duruyorudu. Bana gerçekten dokunan kadınları düşündüm, gerçekten biri bana büyük bir tutkuyla, aşkla ve bağlılıkla dokunmuş muydu? Yoksa "beni sevdiğini" söylemiş olmaları bana yeterli mi gelmişti, ayrımını yapamıyordum.

Atatürk bulvarına geldiğimde düşünceler kafamda kalın duvarlar örmeye, içeride büyük bir ev inşa etmeye başlamıştı bile. Caddede hiçbir araba olmamasına rağmen bütün trafik lambaları kırmızı yanıyordu. Yaşadıklarımı düşündüm. Acılarını överek bir modern zaman mağduru olmaya çalışmak gibi bir çabam yoktu. Sadece gördüklerimi, duyduklarımı ve yaşadıklarımı insanlara anlatmaya çalışıyordum. İnsanın kalbi bazen uçsuz bucaksız bir okyanus kadar derin ve sonsuz, bazen ise dört duvar bir hücre kadar dar ve boğucudur. Sözcükler, onu özgür kılar, sözcükler onu tutsak yapar. Bazen mutlu olmak koşullardan daha çok şansa bağlıdır.

Bu sebepten Ankara'da yaşadığım için kendimi şanslı hissediyordum. Belkide bana gerçekten dokunduğunu hissettiğim tek şey olduğu için bu şehre bu kadar bağlıydım. Kıçımı kaldırımlarına dayadığımda kendimi evimde hissettirdiği için, İstanbullu birine kelimelerle bu şehri anlatamadığım için seviyordum. Yüksek caddesine geldiğimde etraf hafif kalabalıklaşmıştı. İşportacılar tezgah açmış ürünlerini pazarlıyorlardı. Yolda yürüyecek yer bırakmamışlardı ama insan bir yolunu buluyordu hayatta ileriye gitmenin. Yüksel caddesinin ilerisindeki banklarda birkaç adam oturmuş gazete kağıdına sarılı biralarını içiyorlardı. Yoluma devam ederken neyin yanlış olduğunu düşündüm. Nerede yanlış yaptığımızı,... Cevabı bulamadım.

Eve geldim, filtre kahvemi hazırladım, Pilli Bebek şarkılarını açtım ve bu yazıyı yazmaya başladım. İnsan nereye gideceğini bilemediğinde hep ileriye gider, arada bir geriye dönüp bakar. Bu yüzden enime baktım, üzerinde kalan dokunuşlara, kokulara. Her biri eşsizdi bu yüzden yazılmaya, resmedilmeye değerdi.

Bu sebepten Ankara'ya ait bu hikayeleri yazmaya karar verdim.

İstanbullulara ve diğerlerine bu şehri sevdirmek için...


5 Nisan 2014 Cumartesi

BÖLÜM 7 (SON BÖLÜM): SİYAH-BEYAZ




Siyah beyaz filmler her zaman daha renkli gelmiştir bana. Bu filmlerde iki renk vardır, iki uç renk... Siyah ve beyaz. Hem birbirinin zıttı-hem birbirinin tamamlayacısı.. 70'lerden kalma filmlere sarmıştım son günlerde. Evde televizyonu açıyor ve "MGM movie" kanalında bulabildiğim bütün siyah-beyaz filmleri izliyordum. Günümüz yüksek bütçeli prodüksiyon filmleriyle kıyaslayınca,  efektlerin konunun önüne geçmediği filmlerdi bunlar. Duyguya, karakterlere aksiyondan daha çok önem veren filmlerdi. Bir kadın ve bir erkek başrolde olurdu. Ne kadar renkli giyinirlerse giyinseler bile bizler hep onları siyah-beyaz görürdük. Filmler ilk dakikarlda renksizdir. Ekran sadece belirli aralıklarla yanıp sönen siyah-beyaz noktalarla doludur. Sonraları filmi izledikçe aslında siyah ve beyazında kendine ait farklı tonları olduğunu anlarsın. Bir noktadan sonra tonlamalar o kadar değişir ki film renklenir. Filmi renklendiren ise çoğunlukla bir kadın ve bir erkek arasında geçen aşkın ışıltısıdır. Kadının gülümsemesi ekranı kimi zaman kırmızıya, kimi zaman pembeye ve kimi zaman sarıya kaçan bir turunculuğa boyar. İhtirasın, tutkunun, özlemin, dürüstlüğün, yalanın, aşkın, nefretin ve insana dair her duygunun siyah-beyaz filmlerde farklı renkleri vardır.  

Ankara'da yaşayan insanlar iyi bilirler, bu şehrin çizgileri siyah beyaz çizilmiştir. Yer yer renkler birbirine karışır ve gökyüzünün altında dizilmiş binalara ve insanlara bakarken gri bir fona bakıyor gibi hissedersin. Ankara dışarıdan gelenlerin pek sevebileceği bir şehir değildir. İnsanı ve ikliminin kendine has bir  dengesizliği vardır. Ankara'yı sevebilmeniz için önce siyah ve beyaz arasındaki keskin renk ayrımını öğrenmeniz gerekir. Yaşadıkça ve büyüdükçe aslında Ankara'nın hem siyahın hem de beyazın farklı tonlarıyla renklendirildiğini görür insan. Kitap raflarını yeni arkadaşlıklar ve  yeni anılar ile donattıkça şehir daha bir renklenir. Ama Ankara'da aşık olmadan şehrin gerçek rengini, gökkuşağının yedi rengi ile karışmış rengini göremezsiniz.

Ankara'da doğdum, büyüdüm ve büyümeye devam ediyorum. Şimdiye kadar birçok kadına aşık oldum. Lise yıllarında Yüksel caddesinde akşamları oturup arkadaşlarımla içtim, aşkımdan yerlerde süründüm. Kimi zaman geldi içime attım, içimde sakladım sevgimi. Kimi zaman aşık olduğum kadının beni aldatmasına şahit oldum. Bir keresinde terk edildim. Bir keresinde ise onun uzaklara gitmesini izledim. Ama mutlu yada mutsuz; Ankara bana siyah beyazın dışında bütün renklerini sundu. Hani şehrin keşfedilmemiş  yanları-renkleri var mı diye sorarken A ile tanıştım. Mart ayında dolu yağdıktan hemen sonra güneş açması gibi. Bir dokunuşla, bir rüzgarla ve bir bulut mesafesiyle hayatımın gidişatı değişti. Hep çok bilmişlik yapardım. Hayat beni şaşırtamaz derdim. Asla bunu yada şunu yapmam diye ahkam keserdim. Hayatta bazı şeyler var, yaşanmadan-tecrübe edilmeden bilinmiyor.  Hani sırf bir yemeğin tadını anlatarak aç bir insanın karnını doyuramazsınız.Bende hayatımda ilk kez bir kadın varlığı karşısında hem büyük bir şaşkınlık hem de büyük bir panik yaşadım. Bilmediğim, tahmin edemediğim yanları ve düşünceleri olan, farklı, çekici, güzel ve en önemlisi zeki bir kadındı A. Hayatıma bir Nisan yağmuru gibi girdi, beni ıslattı önce, sonra gri bulutlarını çekti ve güneşiyle ıslanan giysimlerimi kuruttu. Soğuktan titreyen kalbimi ısıttı. 

Onun hep gideceğini bile bile onunla görüştüm. Hayatta hem herşey gidici değil miydi ? Avuçlarımızın içinden en kolay uçup giden şeyler aslında en değer verdiğimiz şeyler değil miydi? 

Anaokulundayken boyama kitaplarımız vardı. Birde  en afillisinden 24 renkli  "Monami"  boya seti.  Kitapdaki ağaçları, evleri, çimenleri ve diğer bütün nesneleri istediğimiz renge boyuyorduk. Tek şart çizgilerin dışına çıkmamaktı. Sonraları bu kuralı bazılarımız hayatımızın geri kalanında da kullandı. Sınırlarına taşırmadan boyadılar hayatlarını. 
Anaokulu bitip, ilkokula başladığımızda boyama kitaplarından,  yazılı resimli kitaplara terfi ettik. Boyanacak bir resim yoktu. Bulutlar hep aynı renkti. Çimenler yeşil,  insanlar mutluydu. Dünyanın rengini kendi boya setimizle boyayamayacağımızı öğrenmiştik. İri iri yazılmış bir hikaye vardı resimlerin altında.  İnsanların renkleri değil ama olayları değiştirebileceğini öğütlüyordu hep. 
Bu yüzden hayatımın gidişatını değiştirebileceğime inandım hep. Ama hayatta en büyük yanılgım bu oldu. 

Bugün büyük gündü. A evleniyordu. Herhalde dünya üzerinde yaşamayı tercih etmeyeceğim, boşluk olup kaybolmak, zamansız bir boyuta geçmek isteyeceğim tek gün bugündü. Çektiğim her nefes canımı acıtıyordu sanki. Şehir rengini kaybetmiş, sanki ortada hiçbir yaşanmışlık, hiçbir arkadaşlık, hiçbir birikmişlik yok gibi siyah-beyaz çizgileriyle bana bakıyordu. Ankara'ya ilk kez gelen bir yabancı gibi hissetmiştim kendimi. Yalnız ve çaresiz bir yabancı. İnsan belki herkese değil ama en çok kendine yabancılaşıyordu. Tanımıyordum kendimi. İçimi yakan acıyı tanımıyordum. Anlatamıyordum, heceleyemiyordum.

Ulus'tan başlayıp şehrin sokakları boyunca yürüdüm. Etrafımı saran siyah-beyaz çizgileri renklendirecek bir anı, bir yaşanmışlık arıyordum. Ama ıssız bir kasabaya gelmiş gibiydim. Kurtuluş parkına geldim. Dün gece "afilli filintalar"sitesinde  Emrah Serbes'in "Saffet Semerci bu bankta delirdi" adlı hikayesini okumuştum. Bankları tek tek taradım ve üzerinde "Saffet Semerci bu bankta delirdi" yazan bankı buldum oturdum. Üzerimde giymekten hiç haz almadığım gri takım elbisem vardı. Kendimi hala tanıyamıyordum. "B" gitmişti ve yerine şimdilik "Ö" bakıyor gibiydi. Ama "Ö"ye de yabancı gibi hissediyordum. Bunları düşünürken kişisel sessizliğim yanıma oturan kızın sesiyle bozuldu. 

"Anlat hadi, seni dinliyorum" dedi bilmiş bir tavırla "Çok fazla vaktim yok,daha dinlecek, daha ifadesi alınacak onlarca yabancı var" 

"Sen ne iş yaparsınki?" diye sordum yanımda oturan kumral kıza.

"Kendine yabancı olan insanları bulurum ben." dedi. "Belediyenin sağladığı bir hizmet hem kafana takma beş kuruş ödemeyeceksin, beleş hizmet bu." dedikten sonra gülümsedi ve ekledi :

"Ben kendine karşı söyleyemediklerini yüzüne vuran yabancıyım." 

"A gidiyor." diye söze başladım. " A bugün evleniyor ve hiçbir şey yapamıyorum."

"Ne bekliyordun ki? " diye sordu kumral kız "Hollywood film setinden mi fırladın sen? Çok mu film izledin? Hollywood seninde mi beynini yıkadı? Kıyamam canım" dedi Parkın etrafında yankılanan bir kahkaha attı ve sonra ciddi bir tavırla:

 "Herşeyi bir kenara bırakıp seninle mi olacağını düşünüyordun?" dedi. 

"Beklemiyordum" dedim. "İlk kez bir kadını hiçbirşey beklemeden sevdim. Mutlu sonu olmayan  bir  siyah-beyaz film izlemek gibi. Bazen bir filmin ne başı ne de sonu önemlidir."

"Arada yaşananlar filmin kendisidir." diye araya girdi kumral saçlı yabancı. "Ee şimdi ne yapmayı planlıyorsun?"diye sordu. 

"Bilmiyorum" dedim. 

Kumral saçlı kız elini kestane rengi çantasına attı, içinden bir zarf çıkardı. "Almanya'ya gitmeye ne dersin?" diye sordu. 

"Gitmeliyim." diyebildim.Bazen yapılacabilecek en iyi şey gitmektir.  

"Ama uçağa binerken bavul sınırı olduğunu biliyorsun, değil mi?" diye sordu. "Duyguların ve kalbin hariç 20 kg sınırı var." 


"Biliyorum" dedim."Sınırı aşanları kargoyla yollarım"  

"Espri yapamadığını biliyorsun değil mi?" dedi yüzünde aşağılayıcı bir bakışla. 

"Haklısın" dedim "biliyorum." 

Hayat adil değildi.Bunu anlamam 27 yılımı almıştı. Saatler dursa, zaman havada asılı kalabilyseydi şu an keşke. 3 Haziran sabahında kalsaydı tarih hep. Yarın olsun istemiyordum. Ay geceyi daha çok aydınlatsa, batıp yerini güneşe bırakma konusunda daha nazlı davransaydı keşke. Çünkü biliyordum yarın sabah uyandığımda hayatımın en kötü sabahına uyanacaktım. Uyandığında A'nın güzel yüzüne bir başkası bakıyor olacaktı çünkü. Yarn sabahla başlayacaktı, bütün sabahlar devam edecekti bu. Bense odamın romans renkli duvarına bakarak uyanacaktım. Haksızlıktı bu. Hayat haksızdı. Ama en çokda ben haksızdım... 


"Sana bir hediyem var." dedi kumral kız. Çantasından 48 renkli Monami boya seti ve kalın bir boyama kitabı çıkardı. Boya en afilli olanıydı. Hani sadece sınıfın zengin çocuğunda olan ve herkesin gıptayla baktığı boya setlerindi. 

"Yeni bir başlangıç yapmaya ne dersin?" dedi boya kitabını uzatırken. "Bulutlar artık istediğin renkte olsun, rüzgar istediğin yönden essin." 

"Teşekkür ederim." dedim kalkmaya çabalarken. 

"Son birşey daha." dedi kumral saçlı kız. "A'ya son bir kez onu sevdiğini söyle. Rüzgara fısıldı yeter. A bir şekile seni duyar." 

"Olur" dedim ve gülümsemeye çalışarak "Artık boyama kitabını doldururken boyayı taşırabilir miyim?" diye sordum. 

"Hem de istediğin kadar" ddedi kumral saçlı kız büyük bir şevkatle. 

"Hoşçakal" dedim. Verdiği hediyeleri koltuk altıma sıkıştırdım. 

Bahar bitmişti artık ve yaz başlıyordu. Tarihe baktım, saatler 3 Haziran 17 00'ı gösteriyordu. Mayıstan kalma son rüzgar kollarımın altından geçti gitti. Kurtuluş parkı arkamda kaybolurken son kez havada asılı tuttuğum zamana baktım, "Seni seviyorum A" dedim. 

Artık 4 Haziran sabahına hazırdım.

Yürüdüm.