25 Kasım 2015 Çarşamba

Flu- Mürekkep Balıkları Üzerine




Bence insanların düşünce sistemi kalın çizgilerle ayık ve ayık olmadığı dönem olarak ikiye ayrılmalıdır. Arkadaşlarımın söylediğine bakılırsa ayıkken dünyanın en mantıklı, en tatlı ve en masum insanı iken, alkollü olduğumda bir o kadar kavgacı, huysuz ve sevimsiz oluyormuşum. Alkol kısa süreliğine de olsa dış dünyayla olan bağlantımı kesiyor, parmaklarımın ucunda gerçeklik duvarının ötesindeki hayata bakabilmeme olanak sağlıyordu. Alkolik değildim. Evde tek başıma kaldığımda içmez, sadece Cumartesi akşamları arkadaşlarımla birlikteyken birkaç kadeh içerdim. Sırf bu yüzden içtiğim bir iki kadeh içki beni hemen çarpar, çakırkeyif olmamı sağlardı. O gece Özgün ile görüştükten sonra Senem’in yanına gitmiş ve birlikte bir şişe kırmızı şarabın sonunu görmüştük. Kafam bir tarafında sarhoşluğun bir tarafında ayıklığın bulunduğu sınır hattı üzerinde gidip geliyordu. Eve geldikten sonra üstümü çıkarıp duşa girdim. Duşa kabine girdikten sonra musluğu çevirdim ve sıcak su ile soğuk su arasındaki ince çizgiyi bulana kadar hem yandım hem de üşüdüm. Su saçlarımın arasından kayıp omuzlarımdan aşağı doğru aktı. Omzumdan aşağıya düşen su damlalarına baktım. Duşta, vücudu binlerce su damlasıyla kaplı haldeyken daha iyi düşünebilen insanlardandım. Gün içerisinde aklıma gelmeyen kızgınlıklar, pişmanlıklar, mutluluklar ve hüzünler bir araya gelip su damlalarının suretinde zihnime doluyordu. Her bir su damlasının tenimin üzerinden akıp gitmesini izlediğim süre içerisinde hem yaşanmamış pişmanlıkları yaşıyor, hem sevinilmemiş zaferleri kutluyordum. Bir su damlası olabilmeyi isterdim. Bir su damlası gibi aynı anda hem gökte hem yerde olabilmeyi, aynı anda binlerce parçaya ayrılırken tekrar bir bütün olabilmeyi… Benim gibi insanların günah çıkarma odasıdır duşlar. Su akıp gittikçe hem bedenden hem ruhtan yaşanmışlıkların izlerini siler. Yıkanmak belki de kişinin kendine arınması işleminin adıdır. İlginç bir gün olmuştu. Düşünmem gereken o kadar çok şey vardı ki. Hayatın beni artık daha fazla şaşırtamayacağı yaşa geldiğimi düşünürken bu olan bitenler düşüncelerimi allak bullak etmişti. Binlerce insan, binlerce yüz görmüştüm. Hayatın ve zamanın tükettikçe ileriye doğru aktığını düşünmüştüm. Aslında zaman fiziksel olarak sadece ileriye akarken, insanın zihninde ileriye doğru atılan her bir adımı geriye doğru atılan iki ardışık adım takip ediyordu. Duştan çıktıktan sonra sol omuzumun altında, kürek kemiğimin arkasındaki dövmemin üzerini nemlendirici ile okşadım. Parmaklarım Sanskritçe yazılmış dövmenin derimin üzerinde oluşturduğu izleri takip etti. Bornozu üzerime geçirip banyodan çıktım ve direk mutfağa doğru yöneldim. Dünden kalan çaydanlığın içini boşaltıp suyla çalkaladıktan sonra içerisine iki kaşık çay attım, kısık ateşte demlemeye bıraktım. Çayın kokusunu seviyordum. Akşamlarımı daha huzurlu kılıyordu. Çocukluğumu ve ailemle yaşadığım zamanları hatırlatıyordu bana. Babam emekli olmadan önce Sakarya caddesinde, Ankara’nın bilinen mekânlarının birinde şef garson olarak çalışırdı. Babamdan önce aynı mekânda dedem baş aşçı olarak çalışıyormuş. Küçükken dedem bana “Eskiden benim çalıştığım restoranda tatlımı yiyip de yüzü gülmeyen müşteriden para almazdık.” diye anlatırdı.  Babam eve ben uykuya daldıktan sonra gelirdi. Babam ile aramda kimseye sır olarak bile anlatamayacağım kadar özel bir ilişki vardı. Biraz çay, biraz tütün, biraz da elma kokan bir ilişki. Saat kaç olursa olsun babamla çay içip sohbet etmeden asla uyumazdım. Babam çokça dinler, az ve öz konuşurdu. Bilge bir insandı. Her zaman gizli kutusunun içinde benim için anlatılacak bir şeyleri olurdu. Bazen bir anı, bazen gün içerisinde yaşanan ufak bir olay... Hepsi benim için o kadar değerliydi ki, babamla içtiğim çayları hep yavaş içerdim bu yüzden. Çay bittiğinde sohbetin de biteceğini düşünürdüm. 
     Çayı demlenmeye bıraktıktan sonra odaya girdim. Bornozu çıkarmadan yatağa uzandım, bir süre öylece durarak tavanı izledim. Daha sonra gardırobu açtım, üzerime beyaz bir bluz, altına ise beyaz şeritli yeşil bir eşofman giydim. Tekrar yatağa uzandım. Yatağa uzanmamı bekliyormuşçasına telefonum ansızın çalmaya başladı. Kimseyle konuşacak halim yoktu. Ama yine de telefonu elime aldım, Feyyaz arıyordu. Telefonu meşgule attım. Evin en sevdiğim köşesine yerleştirdiğim üçlü kanepenin üzerine kuruldum. Kanepenin hemen yanında duran üçayaklı siyah sehpanın üzerindeki kumandayı alıp, televizyonu açtım. Reytingi yüksek,  zekâ seviyesi düşük eğlence programlarını zapladım. Birkaç müzik kanalını da geçtikten sonra kumandanın tuşları vahşi yaşam belgesel kanalında takılı kaldı. “Mavi Yaşam” belgeselinde başrolü binlerce oyuncu adayı arasından mürekkep balığı kapmıştı. Belgeseli seslendiren dublörün tok sesi denizin altından geliyor gibi ıslaktı;
Mürekkep balığı kaslı emme ağızlarına sahip on kolu olan bir deniz canlısı. Bir denizaltı misali, gövdesinin arka kısmından püskürttüğü su sayesinde hızla ilerleyebilmektedir. Deniz üzerinde ilerleyen itmeli jet motorları da aynı prensip ile çalışmaktadır. Tasarımcının mürekkep balıklarından mı esinlendiği ise bilinmemektedir.”
Mürekkep balığına uzun uzun baktım. Vücudu altına gömüldüğü kumun rengine bürünmüş, kum ile bir bütün olmuştu. Öylece oturup, kumun altına gizlenmiş olan mürekkep balığının avını nasıl pusuya düşüreceğini seyrettim. Belgeseli izlerken bir mürekkep balığı şablonuyla bana ve hemcinslerime toplum tarafından dayatılan kadın portresini üst üste bindirdim. Benzer noktaların -ki hayli fazlaydılar- altını koyu renkli bir kalemle kalın kalın çizdim. Bir kadın her ortama uyum sağlayabilmeli, bir ahtapot gibi on kolu olmasa da on parmağında on marifet olmalıydı. Bir kadın hem çalışmalı, hem evin temizliğini yapmalı hem de sürekli gülümsemeliydi. Bazı kadınlar gibi ahtapotlar da gülümsemezdi hiç. Bu yüzden bazı kadınlar gülümsemeyen taraflarını kumun altına gömerken, gülümseyebilen sıfatlarını açıkta bırakırlardı.  Kimse çınar ağaçlarının derinlere inen kökleriyle ilgilenmezdi. Düşüncelerimin ayazında titrerken, mutfaktan fokurdayan çaydanlığın çıkardığı ıslık sesleri gelmeye başladı. Oturduğum yerden zor da olsa ayağa kalktım. Kanepenin altına sıkışmış duran terliğimi eğilip almaya üşendiğim için ilkin parkenin belirli bir kısmını örten halının üzerine, oradan koridorun fayanslarını süsleyen yolluğun üzerinden sıçrayarak mutfağa doğru yöneldim. Beyaz kupaya çay doldurdum ve bir süre kupayı avuçlarının içinde tutarak ellerimi ısıttım. İlk yudumu almadan önce dudaklarımı kupanın kenarına yaklaştırdım ve usulca üflemeye başladım. Dudaklarımı ısıtan ilk yudum avucumun içindeki kaygıları bir kar tanesi gibi eritti. Geride dudaklarımın üzerinde bir zamanlar soğuğun ve karın hüküm sürdüğünü hatırlatan bir ıslaklık kaldı. Telefon tekrar çaldı, Feyyaz arıyordu.  Bu sefer gelen çağrıyı meşgule atmak yerine ekranın sol alt tarafına dokunarak telefonunu sessiz konuma getirdim. Özgün, telefon numaramı istememişti. Belki de aradığı şeyi bende bulamamıştı. Egomu derinden yaralayan bu duruma içten içe sinir oldum. Kendi kendime; “Ne yani sadece Özgün istediği zaman mı görüşeceğiz? Onun sorulacak soruları varsa benim de var.” dedim ve ardından dizüstü bilgisayarımı açtım ve posta kutumu açarak yeni ileti yazmaya koyuldum.
  
 Güzel geceler Özgün
Bugünkü görüşmemizden sonra artık benim de sana sorulacak sorularım var. Hem durumu eşitlememiz gerekiyor. Şu an sen bir sıfır öndesin. Yenilmeyi sevmem. Yarın akşam saat sekizde Tunalı’daki Corvus Pub’da ol.  Erken gelirsen bana kahve kendine ellilik Guiness siyah bira söyle ve ben gelmeden sakın içmeye başlama. 
Görüşmek üzere
Melis”
Bilgisayarın imleci ile “gönder” tuşuna bir kere tıkladıktan sonra bu e-postayı yazanın ben mi yoksa gece yarısından sonra dile gelen egom mu olduğunu düşündüm. Küçük kardeşinin arkasından kıçını toplayan şefkatli ve sorumluluk sahibi bir abla gibi yaptıklarımın sonuçlarına katlanmak üzere ajandama bu randevuyu kaydettim. Altına ise;
“Hangi soruları soracaksın ki?” diye not düştüm.


8 Kasım 2015 Pazar

FLU: Çerçeve




 lk romanım olan "Flu"nun beşinci bölümünden kısa bir parça

Kalabalığın içerisinden kendini belli edecek bir ışıltıya sahipti Melis. Yaşının getirdiği olgunluk ile taçlandırılmış bir güzelliği vardı. Bir şelale gibi ona bakan insanların gözbebeklerinin içine doğru gürül gürül akıyor, onları günahlarından arındırıyordu. Kapının girişinde durup bir süre onu izledim. Sol kulağının üst kısmına tek taşlı ufak bir küpe takmıştı. Sol omuzunu açıkta bırakan bluzu kürek kemiğinin üzerindeki dövmeyi sergileyen bir çerçeve görevi görüyordu. Ve her çerçeve gibi etrafını çevrelediği resimden daha çok ilgi çekmiyordu. Melis önünde açık duran defter elindeki kalemle notlar alıyordu. Büyük bir dikkat ile not alıyor, sadece önündeki çayı yudumlamak için ara veriyordu. “Ne yazıyorsun sen öyle?” dedim gülümseyerek. “Üzerine kustuğun hikâyelerimi mi temize çekiyorsun yoksa?”
“Merhaba, hoş geldin.”. Melis beni öpmek için ayağa kalkarken defterin kapağını sol eliyle ustaca kapattı. “Onları bitirdim bile. Bir ara sana getireceğim.” dedi mahcup bir ifadeyle.
“O zaman şu an temize çektiklerin bana ait değil.”. Merakımı hala giderememiş olmanın verdiği ısrarcılık dilimin ucuna acı bir biber tadı gibi yerleşmişti.
“Buraya çok sık gelir misin? Senin tarzın bir yer değil gibi burası.” diye sordum muhabbete nasıl gireceğini bilemediğimden aklıma ilk gelen kelimeleri düzenli bir sıraya koyarak.
“Küçükken babamla birlikte çok gelirdik. Sonradan da bir alışkanlık haline geldi zaten.” dedi ve çayından bir yudum aldıktan sonra “Alkolsüz bir yerde beni hayal edemedin değil mi?” diye sordu.
“Hayır canım. Sadece sana göre çok klasik kaçmıyor mu burası?”
“Klasikten kastın ne ki anlamadım. Ama gayet mutlu ve huzurluyum ben burada.”
“Ben pek hazzetmiyorum. Uzun zamandır da gelmiyordum. Başka yere gidelim mi?”
“Oyunbozanlık yapma. Biraz oturalım, hem ne olacak ki. Sana göre yaşlı insanların geldiği yerlerin hepsi klasik değil mi?”
“Ne alakası var. Öyle mi dedim ben, sadece bildiğin sıradan bir pastane burası. Kafe havası verilmeye çalışılmış bir pastane. Fazladan anlam yüklemeye gerek yok yani.”
Melis, eliyle garsona bir işaret yaptı ve iki orta türk kahvesi söyledi. “Kahveler bitene kadar buradayız.” dedi dudaklarının üzerine zafer sözcüklerini kondurarak. Masaya oturduğum andan itibaren benliğimi saran o garip duygunun bir benzerini daha önce tecrübe etmemiştim. Kahvaltıda sıcak bir ekmeğin üzerine sürülen tereyağı gibi eriyerek yayılan bir huzurdu etrafımı saran. Üzerine biraz mutluluk bulaşmış, biraz da yanakları kızarmış bir huzur. Onunlayken geçmişimle yüzleşiyor, kendime daha önce sormadığım soruları soruyordum. Garson kahvelerimizi masaya bırakırken Melis bana dönüp, “Kahve falı bakabilir misin?” diye sordu. “Oradan bakınca kahve falı bakabilen birine mi benziyorum?”
“ Ne açıdan bakarsam bakayım ben de benzetemedim zaten. Ama iyi bir gözlemcisin. Kahve falına bakan insanların ortak özelliği iyi gözlemci olmaları, ufak tepkilerden derin sonuçlar çıkarmalarıdır. Bence istesen sen çok güzel kahve falı bakarsın.”
“Hiç denemedim. Ayrıca seninle ilgili bir şeyleri bilmem için fal bakmama gerek yok. Fala inanıyor musun?”
“Arada sırada. İnsan mutsuzken fallardan medet umar, mutluyken fal baktıran birini gördün mü sen?”
“Görmedim valla. Zaten falcılara da pek inanmam. Herkese aynı şeyleri söylüyorlar. Mesela
-sen çok temiz kalpli birisin,
-seni çok üzmüşler
-şu an kafan çok karışık
-beş vakte kadar ailede bir sağlık problemi olacak
-İki vakte kadar yüklü bir para geçecek eline.
Bunların dışında sen hiçbir falcının;
-Sen puştun, pezevengin tekisin. Sen tam bir katıksız bir orospu çocuğusun, Allah bin belanı versin,
-İki vakte kadar sevdiğin herkesi kaybedecek, yalnız kalacaksın,
-Beş vakte kadar yüklü bir para kaybedeceksin.
Dediğini duydun mu? Ben duymadım.”
“Orası öyle canım, insanlar bunları duymak için para verir mi sence?”  dedi Melis.
“Düşünüyorum da herkes o kadar iyiyse, dünya üzerindeki bütün bu kötülükleri yapanlar kimler?”. Bir düşünceyi cevabı olmayan bir sorunun arkasından sormak güneş gözlüğü varken biriyle göz teması kurmaya çalışmakla eşdeğerdi. “Kötü biriyim.” Yaftasını kendime yapıştırmıyordum. Aslında içten içe, insanların hayatına sinsi bir pislik gibi girip onları mahveden kötü bir adam olduğumu biliyordum.
“İyinin ve kötünün ayrımını sen yapamazsın.” diye düşüncemle benim arama girdi Melis. Önünde duran deftere baktım ve “İyinin ve kötünün ne olduğunu oraya mı not alıyorsun?” diye sordum. Bir süre sustu ve kahvesinden derin bir yudum aldı. Ardından altındaki tabağı üstüne getirerek kendi etrafında üç tur döndürdükten sonra ters çevirdi. “Artık falıma bakmak zorundasın.” dedi. “Ben de sana neler yazdığımı anlatacağım.”
Melis bir şekilde beni köşeye sıkıştırmayı başarmıştı. “Anlatmasan da olur aslında.” diye ağzımın içinde geveledim. Ama merakım bir yandan beni dürtüklüyordu. “Peki.” dedim “Kahven soğuyana kadar ne yazdığını konuşalım.”
Melis yüzünde afacan bir ifade ile “Konuşalım Özgün.” dedi. Gözlerinin içine “Bil bakalım avucumun içinde ne var?” diye soran bir çocuğun gülümsemesi saklanmıştı.
“Bir internet sitesi için ülkenin dört bir yanından utanç hikâyeleri topluyorum.” dedi “İnsanların hafızasından silinmemesi gereken yaşanmışlıkları bir araya getiriyoruz.”
“Tek yazar sen değilsin yani?” diye araya girdim. “Afili Filintalar gibi bir site mi sizinkisi de? Bir sürü ünlü-ünsüz yazarın bir araya geldiği bir oluşum mu?”
“Sayılır.” dedi Melis, “Akşam sitenin adresini veririm, kendin görür, okur, karar verirsin.”
“Akşama daha çok var, anlatsana biraz merak ettim. Biraz önce hangi hikâyeyi yazıyordun?”
“Daha bu yılın başlarında yaşanan bir olayı yazıyordum. Olay, Van’ın Gürpınar ilçesine seksen kilometre uzaklıkta bulunan Yalınca köyü Çeli mezrasında meydana gelmiş. Muhtemelen gazetelerde bu haberi okumuşsundur. Üç yaşındaki bir çocuk gece aniden rahatsızlanıyor. Yavrucak yüksek ateşe ve öksürük nöbetlerine tutuluyor. Kardan yollar kapalı. Çocuklarını hastaneye götüremedikleri için aile telefonla yetkilileri arayıp yardım istiyorlar.  Aile çaresiz bir şekilde saatlerce gelecek yardımı bekliyor. Aile beklerken gece 03:00 sularında küçük çocuk anne ve babasının gözlerinin önünde hayatını kaybediyor.  Sabah olup da hala hiçbir yetkili gelmeyince babası küçük çocuğunun ölü bedenini çuvala koyup kardan kapalı yolu dört saatte yürüyerek köye geliyor. Babası bunun sorumlularından hesap sormak için köylülerin yardımıyla küçük çocuğun naaşını şehir hastanesine morguna götürülüp otopsi yaptırıyor.  Rahatsızlanan valinin, bakanın veya bir bürokratın çocuğu olsaydı devlet bu kadar duyarsız mı davranırdı sence? Çok mu zordu bir helikopter yollayıp o yavrucağı hastaneye kaldırmak? Paran ve mevkiin yoksa bu ülkede kocaman bir sıfırdan ibaretsin. Bu olayı hatırladığım her seferinde göğsümün sol yanına bir şeyler saplanıyor.” dedi Melis. Gözlerindeki hüzünle karışık isyan duygusu, Melis ne kadar saklamaya çalışırsa çalışsın kendini belli ediyordu.
“Hatırlıyorum bu olayı.” dedim. Melis’in kalbine batan iğnenin diğer ucu da benimkine saplanmış, ikimizi tek bir acının ortak paydasında buluşturmuştu.
“Bak sen bile bu olayı neredeyse unutmuşsun.” diye araya girdi Melis. “Peki, vefat eden çocuğun babasının hukuk mücadelesi ne aşamada biliyor musun?”
“Bilmem, sonradan bu olayla ilgili pek bir şey yazmadı gazetelerde.”
“Evet, çünkü boyalı gazeteler bunları yazmaz. Onlar için sadece reklam niteliği taşıyan acıların bir değeri vardır. Bu olayın olduğu gün gazete manşetlerini hatırlıyor musun?
-Oğlunun cenazesini çuvalla sırtında taşıdı
-Sen ölmedin çocuk, insanlık öldü
- Van’da isyan ettiren Türkiye gerçeği
Bunlar manşetlerden sadece birkaçıydı. Sonra ne oldu? Hangi gazete hukuki sürece destek verdi?”

“Hiçbirinin destek verdiğini sanmıyorum.” dedim “Avukat olan sensin, sen bir şey yaptın mı? Ya da bahsettiğin oluşumdaki insanlar aynı zamanda hukuki süreci de takip ediyor musunuz?”
“Her meslekten, toplumun her kesiminden insanlar var. Hukuki sürece de destek veren bizleriz zaten. Ama bu ülkede adaleti bulmak samanlıkta iğne bulmak kadar zordur. Bir hukukçu olarak bunu söylemek çok acı verici ama ne yazık ki ülkenin gerçeği bu.” 
“Yazdığın başka utanç hikâyesi var mı?”
Melis önündeki bardakta kalan suyu içti, garsona işaret ederek iki çay söyledi. Anlaşılan beni bir süre daha bu pastanede tutma niyetindeydi. Sonunda bir hikâye anlatıcısına kendi hikâyelerini anlatma fırsatını bulmuştu. Melis aslında bu hikâyeler üzerinden bana kendini anlatıyordu. Onun göründüğü gibi biri olmadığını daha ilk konuşmamızda anlamıştım. Şimdi Melis önümde çırılçıplak soyunmaya başlamıştı. Diğer seferlerin aksine bu sefer odanın ışıkları kapalı değil sonuna kadar açıktı. Fırtına dinmiş, doğu rüzgârı yağmur bulutlarını peşi sıra uzaklara götürmüştü. Melis’in baktığı gökyüzü artık duru ve aydınlıktı.
“Bak mesela kendimi çok kötü hissettiren bir olay daha var. Hakkâri’nin Yüksekova ilçesinde bir okulun müdürü ve öğretmenleri aynı okulda okuyan dört kardeşin aynı anda okula gelmediklerini, geldiklerinde ise hep geç kaldıklarını fark ediyorlar. Bu durumu çocuklara sorduklarında ise tatmin edici bir yanıt alamıyorlar. Bu yüzden ertesi gün çocukların anneleriyle görüşüyorlar. Anne kardeşlerin aynı yırtık ayakkabıyı paylaştıkları için aynı gün okula gelemediklerini söylüyor. Paraları olmadığı için ayakkabı ve mont alamayan kardeşlerden biri kardeşinin yırtık ayakkabısını ve montunu alarak okula giderken diğeri evde kalıyor. Çocukların babası köyde çobanlık yapıyor. Okula giden kardeşlerden en küçüğünün adı Ömer, dokuz yaşında ve üçüncü sınıfa gidiyor. İmkânları olmadığı için annesinin çeyiz sandığını çalışma masası olarak kullanıyor.”
“Bu olayı internette bir haber sitesinde okumuştum.” dedim insanın içini cız ettiren unutulmuş bir olayı tekrar hatırlamanın verdiği kısık ve mahcup bir sesle. “O zaman da çok üzülmüştüm.”
“İnsanın asıl canını yakan ne biliyor musun Özgün? Olay duyulduktan sonra yerel bir gazete çocukların babalarıyla röportaj yaptığında ise baba; “Çocuklarıma bir çift ayakkabı bile alamamanın üzüntüsünü yaşıyorum. Fakat çocuklarım hiç şikâyet bile etmeden okula gidiyorlar. Onlardaki azim beni ayakta tutuyor. Tek istediğim çocuklarımın diğer çocuklar gibi okuyup bir yerlere gelmesidir.” diyor ya, işte o an kendimden ve yaşadığım hayattan o kadar çok utanıyorum ki, anlatamam. Küçükken okula gitmemek için babama hasta rolü yaptığım, ya da istediğim ayakkabının ayağıma uygun numarası olmadığında ortalığı nasıl velveleye verdiğim zamanları hatırlıyorum da… Bu yaşananlarla kıyaslanınca ne büyük şımarıklıkmış diyorum kendi kendime.”
Bir süre ikimiz de sustuk. Hayata karşı yaptığımız bütün şımarıklıkların bir toplamını çıkarıyorduk. Virgülden sonra yedi basamak içeren sayıların kuyrukları ellerimize, oradan da zihinlerimize dolanmıştı.
“Büyüyünce ne olmak istiyorlarmış?”
“Küçük olanı öğretmen olup kendisi gibi zor şartla okumaya çalışan öğrencilere yardım etmek istiyormuş.” dedi Melis. Farkında değildi ama gözleri dolmuştu.
“Garip.” dedim. “Zor şartta okuyan çocukların neredeyse hepsi idealist insanlar olarak büyüyorlar. O kadar yokluk arasında büyüyen bu çocuk; “zengin olmak istiyorum.” demiyor. Oysa şehirde her türlü imkânı olan başka bir çocuğa sorsan daha başka cevap verir bu soruya.”
“Öyle.” dedi Melis.
“Üniversitede dersime geç kalan öğrencilerin bana; “Arabayı park edecek yer bulamadım hocam, o yüzden geç kaldım.” diyorlar. Yaşanan bu olayla kıyaslayınca hayat adil mi diye soruyor insan kendine. Peki siz bir şey yaptınız mı bu konuyla ilgili?”
“Yapıyoruz.” dedi Melis ağzında beklettiği ıslak cevabı tek seferde heceleyerek. “ Burada önemli olan çocuklara ayakkabı yollamak değil. Sen bugün ayakkabı yollarsın, bir yıl sonra o ayakkabı eskir, bu çocuklar unutulur, aynı trajedi yine yaşanır. Önemli olan bu çocuklar hayallerine ulaşana kadar onlara bir şekilde destek olmak. Ancak o zaman onlara yardım etmiş olabiliriz. Biz de dolaylı yoldan bunu yapmaya çalışıyoruz.”
Bu sefer Melis için sakladığım en içten gülümsememi elmacık kemiklerimin üzerine yerleştirdim. Melis kahve fincanının üzerindeki bozuk paraya dokundu; “Bu kahve soğumuş, sıra sende.”dedi. Kahve falı işi tamamen aklımdan çıkmıştı. “Bak daha önce hiç kahve falı bakmadım.  Hem erkek adam ne anlar faldan.”
“Cinsiyet ayrımcılığı yapma.” dedi.
 “Cinsiyet ayrımcılığı yapmıyorum. Sadece birinin geleceğini önceden bilmesinin neyi değiştirebileceğini merak ediyorum. Bu durumdan kurtulmanın başka bir yolu yok mu?”
“Bilmem. Var mı sence?”
“Vardır. Zaten istesem de bakamam ben.”
Melis bir saniyeliğine durdu. Sol elinin parmaklarıyla sağ yüzük parmağının üzerindeki taşlı yüzüğü çıkardı, elinde çevirdi. Gözleri bir süre yüzüğün parmağında bıraktığı izlerin üzerinde takılı kaldı. İnsan tenine temas eden her şey geride bir iz bırakıyordu. Kim bilir başka neler Melis’in vücudunda ve ruhunda iz bırakarak gitmişti. Birini tanımak istiyorsanız onun aldığı darbelere ve o darbelerin geride bıraktığı izlere bakmalısınız. İnanç, yıkarken elinizden kayıp düşen ve parçalara ayrılan bir porselen tabak üzerindeki resimdir. Bütün resme ancak kırılan parçaları elleriniz kanatsa da bir araya getirerek ulaşabilirsiniz. Bu yüzden Melis’i tanımak için onun yaşadığı hayal kırıklıklarını bir araya getirip resmin bütününe öyle bakmam gerektiğini biliyordum. Melis’in yüz hatlarında anlattığı bir hikâye varsa, giysilerinin altında da anlatılmayı bekleyen başka bir hikâye vardı. İşin kötü kısmı, hangi hikâyenin beni daha çok sarsacağını bilmiyordum. İçten içe zamanında Aslı’yı nasıl arzuluyorsam, Melis’i de aynı şiddetle arzuluyordum. 
“Açık bir çay alabilir miyim?” dedi Melis, “Sen de ister misin?”
“Olur.” dedim. “Benimki normal olsun, kupada getirirseniz sevinirim.”
Melis bir yerde Aslı’nın aynısıydı. İkinci çayı açık içmeleri birbirini tanımayan iki insanı birbirine yakınlaştıran bir benzerlikten de öteydi.
Melis, “Bize gidelim o zaman.” diyerek fal bakmaktan kurtulmamın tek yolunu bana göstermiş oldu. “Hem sana temize çektiğim hikâyeleri vermiş olurum.”
“Olur.” dedim garsonun getirdiği kupayı avuçlarımın içine aldım ve içime yayılmaya başlayan sıcaklığın rengini düşlemeye çalıştım. Çaylarımızı sessizce bitirdikten sonra hesabı isteyip, dışarıya çıktık. Melis, Esat’ın arka tarafında Seyranbağları tarafında oturuyordu. Bunu duyduğumda ilk tepkim; “Neden Seyranbağlarında oturuyorsun?” olmuştu. Oysaki ben Melis’i hep daha sosyetik bir muhitte otururken hayal etmişim. “Çankaya’da oturuyorsun sanıyordum.” dedim.
“Bunu düşünmeni ne sağladı?” 
“Bir şey sağlamadı, öyle bir havan var.” diye kendimce bu öngörümün gereksizliğini savuşturmaya çalıştım.
“Arabasız geldim bugün. Sen arabalı mısın?”
“Bende yayan geldim. İstiyorsan taksiye binelim şu köşeden.”
“Hava çok güzel, yürüyerek gidelim mi?”
“Bana uyar.” dedim. Ankara rüzgârında uçları dalgalanan fularını gökyüzünde süzülen bir uçurtma gibiydi. İpi olmadan çıkabildiği kadar yükseklere çıkmayı arzulayan bir uçurtma. Ben ise uçurtmanın arkasından süzülerek onu yakalamaya çalışan uzun kuyruğu gibiydim. Esinti nereye eserse o yönde savruluyordum. Tunalı caddesinden yukarıya, Kuğulu park tarafına doğru yürümeye başladık. Aynı yoldan geçtiğimiz geçen geceden sonra her şey gözüme çok daha farklı görünmeye başlamıştı. O gün yanımda yürüyen ile bugün yanımda yürüyen Melis arasında dağlar kadar fark vardı. Melis değişmemiş, benim düşüncelerim zamanla evrilmişti. İnsanın bakış açısının zamanın bir alt fonksiyon olarak göreceli şekilde değişebildiği doğruydu. Size çok çirkin görünen bir yüzünün altındaki hikaye öğrenildikten sonra o yüz size “çirkinliği” değil, o kişiyi tanımlayan düşünceleri çağrıştırır. Benzer şekilde vakti zamanında güzelliğinden dolayı yanına bile yaklaşmaktan çekindiğiniz kadınların yüzleri bir süre sonra size çok sıradan gelebilir. Bu durum aslında insanın objelere yüklediği anlamlar ve bu anlamların içerisini doldurup boşaltmasıyla ilgilidir. Ziraat Bankasının karşısında, eskiden McDonalds’ın bulunduğu köşe başından sola dönüp yokuş yukarı yürümeye başladık.
“Bu yolu seviyorum.” dedi Melis “Arabaların geçmediği zamanlar o kadar huzur verici ki.”
“Ama ara sokak olmasına rağmen çok yoğun bir trafiği var. Ancak gece ikiden sonra bir nebze olsun sessizleşiyor burası. O saatlerde de yürüyor oluyor musun?”
Benim söylediklerimi duymamış gibi konuşmasına kaldığı yerden devam etti; “Eskiden babamla alışveriş sonrası ellerimizde torbalarla buradan yürüyüp eve gelirdik.” 
“Baban hayatta mı?” diye sordum. Boğazımda zor bir soruyu sormuş olmanın verdiği kuruluk vardı.
“Evet.” dedi Melis. “Ankara’da değiller. Annemle birlikte memlekete taşındılar birkaç yıl önce.”
“Sevindim.” dedim “ Sen öyle söyleyince, Allah korusun, baban vefat etti sanmıştım.”
Bir durum belirtmeden daha çok bir temenni olarak; “Gayet sağlıklılar.” dedi Melis. Konuşurken yol sohbetimiz gibi akıp gitmişti. Kavaklıdere ilköğretim okulunun olduğu köşe başına geldiğimizde kaldırımın karşı tarafında ufak bir kalabalık toplanmış, iş makinesiyle kaldırımı kazan belediye görevlilerini izliyorlardı.
“Bizim mahallede bir ara paso su boruları patlar, belediye ekipleri de gelip toprağı kazıp tamir ederlerdi.” dedim. “Ne hikmetse bu su boruları hep akşamları herkesin işten gelip, yemeklerini yiyip, akşam haberleri sonrası çaylarını içtiği saatlerde patlardı. Gündüz şehri sel götürse umurlarında olmayan belediye ekipleri, ne hikmetse on dakika içerisinde gelir, tamir işine başlarlardı. Garip şekilde bizim sokakta bu belediye ekiplerinin iş üstünde izlemek mahalle sakinlerinin bir hobisi haline gelmişti. Herkes evinden çayını, çekirdeğini getirir, ışıkla aydınlatılan kazı alanın etrafında toplanır, oturur belediye ekiplerini izlerlerdi. Tamir bitip çukur kapanma çalışmalarına başladıklarında ise bir tiyatro sahnesi kapanıyormuşçasına elleri patlayıncaya kadar alkışlarlardı.”
“Sen daha önce nerede oturuyordun ki?”
“Yenimahalle’de, İvedik metrosunun karşı tarafında.”
“Zaten Ankara’nın yarısına Çankaya’ya, kalan yarısına da Yenimahalle diyorlar. Hala şu belediyecilik olayında sınır kavramını anlayabilmiş değilim.”
Yolun kalanında pek konuşmadık. Melis arada sırada başını yerden kaldırarak etrafı seyrediyordu. Bunun dışında etrafla pek ilgilenmiyor, yürürken sadece önüne bakıyordu. Bastığı yeri görmek, bastığı yeri bilmek isteyen insanlardan değildi. Fakat ilgisini dağıtacak, aklını karıştıracak etkilerden benliğini uzak tutmaya çalıştığı her halinden belli oluyordu. Melis gibi bir kadının aklını ne karıştırabilirdi ki? Gündüzleri Melis başka bir insana dönüşüyordu. Geceki hallerini bilmesem Melis’in kişisel bir çaba ile gündüzleri görünmez olmaya çalıştığını bile düşünebilirdim. Evine geldiğimizde konuşmadan tam tamına dört yüz atmış beş adım yürümüş, nadiren konuşmuştuk. Apartman caddenin hemen girişinde, aynı yönde akan iki yolun bir üçgen misali birleştiği caddenin üzerindeydi. Melis’in evinin olduğu apartman, çevresindekilere nazaran daha bakımlı ve güzeldi. Apartmanın girişi bu muhitteki diğer eski yapılara kıyasla yenilenmiş, zemini parlak fayanslar ile döşenmiş, duvarları ise yeni boyanmıştı. Üzerinden zaman geçse de duvarlara yapışan tiner kokusu hafif hafif eserek varlığını hatırlatıyordu. Merdiven korkulukları ise parlak ve kalın metalik malzemeden yapılmış, apartmana olduğundan daha modern bir hava katmıştı. Üst katlara çıkmaya başlayınca hafif bir rutubet kokusu ile selamlaştık, bizi pek sevmedi, bir üst kata çıkınca da bir eyvallah demeden çekip gitti. Melis’in evi üçüncü kattaydı. Anahtarı kapı kilidine soktu ve sadece tek tur çevirerek kapıyı açtı. İçeride sakladığı değerli bir şeyi yoktu veya kilitlerin kapıları kapalı tutmaya yetmediğini bilecek kadar çok yaşamıştı. İçeriye girdiğimizde beni evin salonuna yönlendirdi. “Sen içeriye geç, bende birazdan geliyorum.” dedi. Sade ve gösterişsiz bir salonu vardı. Salonun mütevazı dekoru beyaz, tay tüyü kumaşı ile kaplanmış bir köşe takımı, onun karşısında dört katlı, basamak basamak aşağıya inen bir kitaplıktan ve bir köşe lambasından oluşuyordu. Koltuk takımının karşısındaki duvarın önünde bir sehpa, o sehpanın üzerinde bir televizyon ve onun altında da yeni çıkan sinema ses sistemi vardı. Koltuğa oturdum ve arkama yaslanıp, salonun sol köşesindeki kitaplığın üzerinde yanıp söndürülmüş şekilde yarım duran tütsüye, onun yanında mor rengiyle ona eşlik eden kalın muma baktım. Portakal kabuğuyla karışmış vanilya kokuyordu duvarlar. Ev adeta Melis ile bütünleşerek, onun yaşayan bir uzantısı olmuştu. Renkli ve çekiciydi. İlk kez yabancı birinin evinde kendimi rahat hissediyordum. Arkama yaslanıp, başımı geriye doğru attım ve tavanı izlemeye başladım. Tavan o kadar pürüzsüz bir şekilde boyanmıştı ki, ne bir boya kalıntısı, ne bir girinti ne de başka bir çıkıntı vardı. Kendimi güvende hissediyordum. Sırf bu yüzden hiçbir şey düşünmeden tavanda sadece benim görebildiğim resimler çiziyor, onları bildiğim ve tanıdığım bütün renklerle boyuyordum. Melis salona girdiğinde hala tavanı izliyordum; “Ne görüyorsun?” dedi Melis aklımdan geçenleri bir konuşma baloncuğu içerisinde tek tek okumuşçasına.
“Ne gördüğümü söylesem inanmazsın.” 
“İnandır o zaman.” dedi ve ekledi; “Siz yazarların işi bu değil mi? Okuyucuyu yazan metnin gerçekliğine inandırmak.”
“Kimsenin benim yazılarımı iplediğini sanmıyorum. Yazı demişken temize çektiğin hikâyelerim nerede?” 
“Bekle, birazdan getiririm.” dedikten sonra mutfağa girdi ve elinde iki kupa kahve ile geri döndü. Uzattığı kırmızı kupadan ufak bir yudum aldım; “Bunun içerisinde ne var?” diye sordum. Dilimin ucunda hafif bir acı tat, genzimde ise alkolün verdiği sıcak bir ferahlık hissi vardı.
“Peri tozu var.” diye geçiştirdi sorumu. “Beğendin ama değil mi?”
“Beğendim tabii. İçinde kahve olan her şeyi seviyorum ben zaten. Çiğnemem için bir avuç kahve çekirdeği bıraksaydın da itiraz etmezdim.” dedim ve Melis’in güzel yüzüne bakıp gülümsedim. Melis’in yüzünün baktıkça insanın yanaklarını bir iple yukarı çekiyormuşçasına gülümseten bir yanı vardı. “Hiçbir şey yapmasak bile senin yanında mutluyum.” dedi Melis ve ardından kahveyi yere bırakarak, oturduğum koltuğa geldi ve vücudunu benim vücudumun üzerine narince bıraktı. Kalp atışlarımın hızlandığını hissedebiliyordum. Bir nefes uzağıma gelmişti. Artık aramızda ne bir sır ne de başka bir bilinmeyen denklem vardı. Yavaşça dudaklarımı dudaklarına doğru yanaştırdım. Dudaklarımızın temas etmesine bir nefes kala durdum. Havayı çekerken aslında Melis’in dışarıya verdiği havayı çekiyordum. Çilek kokuyordu. Dudaklarımız birbirine değmeden öylece duruyordu. “Bir kadının gerçek kokusunu ancak bu mesafeden alabilirsin” dedim kendi kendime. Ama bu mesafede zihinden geçirilen her kelime ortak paylaşılmış bir cümlede kullanılmalıydı. “Seni istiyorum.” diye fısıldadı Melis. Bütün vücudum Melis’in fısıltılı sesinin tınısı ile titredi. Her ikimizin vücudunu ele geçiren, bizden başka bir güç vardı sanki. Sele kapılıp giden bir toprak parçası gibiydim. Yükselen sular bizi bağlı bulunduğumuz ağacın gölgesinden çekip almış, bilmediğimiz okyanuslara taşımaya başlamıştı. Bu sele daha fazla karşı koyamıyordum. Bu selin her şeyi yıkıp geçeceğinin farkındaydım. Böyle bir yıkıma hazır mıydım, bilmiyordum. Ama hangi insan böyle bir sele karşı hazırlıklı olabilirdi ki? Melis çilek kokan havayla birlikte dudaklarımı da içine doğru çekti. Melis’in alt dudağını hafifçe ısırarak öptüm. Dudaklarım, bu dudaklara ait her şeyi yıllar öncesinden hatırlıyor gibiydi. Sıcak ve ıslaktı. O kadar sıcaktı ki, dudaklarımın bir an için eridiğini düşündüm. Sanki Melis’i öpmeyi bırakırsam dudaklarımın tekrar katılaşarak o eski haline dönüşüp hissizleşecekti. Aslında insanın dudakları bir metal yüzeyden farksızdır. Parmak uçlarıyla dokunduğunda insan vücudunun en hissiz dokusuymuş gibi tepkisiz kalır öylece. Ancak dudaklar tutku dolu bir başka dudak ile temas ettiğinde eriyip gerçek şeklini alır. Anahtar kilit uyumu gibi; karşı tarafın dudaklarındaki boşlukları tek tek doldurur. Melis başını hafif aşağıya kaydırarak boynumu öpmeye başladı. Melis’e sarıldım ve burnumu saçlarının arasına gömdüm. Aslı’dan sonra ilk kez bir kadını bu kadar çok istiyordum. Kelimelerin üzerinde bir cambaz misali yürüyebiliyorken bile içimi kaynatan bu eriyik duyguyu tanımlayamıyordum. Bazen yaşamak için insanın susması, dinlemesi gerekir. Böyle zamanlarda kelimeler taşıdığı anlamlar ipi kopan bir uçurtma gibi uçar uzaklara giderdi. Melis’i her öptüğümde, onun narin tenine her dokunduğumda özgürlüğe giden yolun tutkudan geçtiğini düşünüyordum. Melis’in pantolonunun düğmelerini birer birer açarken Melis’in kulaklarına adının gerçek anlamını fısıldıyordum. Üzerine yapışan dar kotunu nazikçe çıkardım. Melis yalnız gecelerde o kadar çok gökyüzüne bakıp çıplak ayın altında uyumuştu ki, şimdi o ela gözleri ay ışığı ile dolup taşıyordu. Melis gömleğimin düğmelerini sökercesine açtı ve göğsümü dudak dokunuşlarıyla ıslattı. Aceleci davranarak bluzunu çıkardım. Sol göğsü siyah sutyeninden hafifçe dışarıya taşmıştı. İç çamaşırını biçimli bacaklarının arasından sıyırarak çıkardım. İkimizde konuşmuyor, onun yerine gittikçe sıklaşan nefeslerimizin ritmi ile karanlığın içinden ışığa doğru yol alıyorduk. Melis kulağıma; “Odaya gidelim.” diye fısıldadı. Dudaklarımı dudaklarından ayırmadan koridoru geçerek Melis’in odasına girdik. Çıplak bedenlerimizi yatağa uzattığımızda arkamızda bizi kovalayan ne bir geçmiş ne de bir gelecek vardı. Melis’in içine girip, vücutlarımız tek bir bütün olduğunda zamanın anlamsızlığını kavramaya başladım. Melis üstüme çıkıp sırtını bana dönünce sol omzundaki dövme pencereden sızan ışığın üzerinde parladı. Bu dövme her âşık olduğum kadınla beraber beni takip eden bir hayaletti. Sanskritçe yazılmıştı. Sansktritçe bilmesem bile her cümlenin anlamı kalbimin üzerine çivi yazısıyla kazınmıştı. Melis’in ıslak vücuduna tenim temas ederken her bir cümleyi birer birer kulağına fısıldamaya başladım.
” Bizi gerçek olmayandan gerçeğe götür
Bizi karanlıktan ışığa götür
Bizi ölümlülükten ölümsüzlüğe götür”
Sutranın son kelimesini de fısıldadığımda duyduğumuz haz ikimizi de ölümsüzlüğün kapılarına yaklaştırmış, karşımızda uzanan sonsuzluk her ikimize de göz kırpmıştı. Sonsuzluğu gören ve gözleri kamaşan her insan gibi bizde sırt üstü uzanarak gözlerimizi kapattık. Geride bir zamanlar her şeyin karanlığın içinde beliren bir ışıkla doğduğunu hatırlatan bir hikâye kalmıştı.
            “Seni daha önce tanıyor olmalıydım.” dedi Melis. Aramızdaki yakınlaşmayı açıklayamıyorduk. Âşık olmak bir anda olan bir şey, sevmek ise zaman alan bir süreçti. Biz ne ilk görüşte âşık olmuş ne de birbirimizi sevebilecek kadar çok birlikte vakit geçirmiştik.
Kollarımı Melis’in bedenine    doladım. “Çok uzun zaman önce seninle tanışmıştık, sadece sen bunu hatırlayamıyorsun. ”dedim.
Derin bir iç çekti ve “Belki de sen haklısındır.” dedi “Gelecekten bugüne gelmişimdir.”
“Dünya bir rüyadan ibarettir.” dedi Melis. “Bunu ilk kim söylemişti, biliyor musun?”
“Descartes değil miydi?”
“Descartes’ten çok daha öncesi var. Kelebeğin hikâyesini biliyor musun?”
Başımı sola doğru çevirerek Melis’e baktım. Bugün rüyama giren kelebeğin hikâyesini anlatacak olamazdı. Kusursuz tesadüflere inanmıyordum.
“Farkında değilsin ama senin yaşam felsefen taoizme çok yakın.”
“Bu sonuca nasıl vardın peki Melis?”
“Sana bir şey anlatacağım. Onu dinledikten sonra bu sonuca nasıl vardığımı anlayacaksın.”
“Seni dinliyorum.”
 “Çin’de milattan önce dört yüz yıllarında yaşamış Chuang Tzu adında bir filozof vardır.  Bu zen ustası bir gün büyük bir dağın eteğine serili bir ovadaki tek çınar ağacının altında uyuyakalıyor. Uykusunda kendisini bir kelebek olarak görüyor. Ağaçların, çiçeklerin arasında uçuyor, başak tarlalarının arasında kanat çırpıyor. Sonra ağacın altında uyuyan bir adam görüyor ve onun gölgesinde uyuduğu ağacın dallarına konup akşamüstü güneşini rengârenk kanatlarının üzerinde hissediyor. Chuang Tzu rüyasından uyanıyor. Tekrar ete kemiğe büründüğünü görüyor ve kendine şu soruyu soruyor; “Rüya gören hangimizdi? Kelebek mi benim rüyam? Yoksa ben, kelebeğin gördüğü bir rüya mıyım?” 
“Neyin gerçek olup neyin gerçek olmadığına karar vermek gerçekten çok zor. Bazen ben bile yaşadıklarımın gerçekliği konusunda şüpheye düşüyorum.”. dedim Melis beynimin kıvrımlarına takılıp kalan soruları adeta bir cımbızla çekip almıştı. “Sen bir kelebeğin rüyası kadar güzelsin.” dedi. Melis, dudaklarımı ısırarak öptü. Sevgi ile tutkunun birbiriyle kusursuz bir şekilde harmanlandığı bir dokunuştu.
“Ekin’e ne olduğunu merak ediyorum. Olanların devamını yazmış mıydın?”
“Yazmıştım. Hatta senin üzerine kustuğun kutunun içerisinde olması gerekiyordu.”
“Temize çekmiştim bir kısmını, biraz beklesene. Temiz çektiğim yazıları getireyim de sende bana o hikâyeyi seç. Umarım diğerlerinin içerisinde değildir.”
“Olur. Çay var mı?”
“Var ama soğuk, ısıtmam lazım. Sen gidip çayın altını yaksana, ben de yazıları getireyim.”
“Misafir miyiz ev sahibi mi belli değil.”
“Hadi çok söylenme de çayın altını yak. Kupa bardaklar lavabonun üstündeki dolapta.”
Söylene söylene oturduğum yerden kalktım ve mutfağa gidip çayın altını yaktım. Yalnız yaşayan birine göre oldukça dağınık bir mutfağı vardı. Lavabonun içi ağzına kadar kirli bulaşık ile dolmuştu. Buna karşın buzdolabının içi tamtakırdı. Dolabın üst kapağı restoranların mıknatıslı kart ilanlarıyla doluydu. Sürekli dışarıda yemesine rağmen formunu nasıl koruyordu merak etmiştim. Ben ocağın mavi alevlerinin çaydanlığı ısıtışını seyrederken Melis mutfak kapısından kollarının arasında bir kutuyla girdi.
“Senin kutunu yerini tutmaz ama bununla idare et şimdilik.”. İçerisi tıka basa kâğıt dolu kutuyu masanın üzerine bıraktı. Üst taraflardan arka arkaya iliştirilmiş bir kâğıt tomarını çekip çıkardım. Her bir hikâyeyi bilgisayarda tek tek yazıp, çıktılarını almıştı Melis. Kutunun içerisinde ise üzerinde adım yazan bir harici bellek vardı.
“Yazdıklarımın çıktısını aldım, orijinal hallerini ise harici belleğin içerisine attım. Birkaç öykü kaldı temize çekemediğim.”
“ Ve ne yazık ki aradığın öykü de onların içinde. Üzgünüm.”
“Yapacak bir şey yok. Zaten hepsini temize çekmem gerekiyordu. Sağlık olsun.”
“Sen ne zaman bu kadar pozitif bir insan olmayı öğrendin?”
“Öğrenmedim ben hep böyleydim. Hikâyenin adı ne?”
Dört Ayaklı Taburenin Anıları
Gerçek olan bir olayla ilgili bir şeyler yazmak, bir kum tanesini kum saatinin içine düşmeden havada yakalamaya benziyordu. Yazdığım hikâye kusursuz çekilmiş bir fotoğraf gibiydi; yıllar geçse bile hatırlattığı anılar insanın içini sızlatıyordu. Ansızın göğsümün sol yerinde ufak bir sızı peydahlandı.  Bu sızı, doğarken annesinin son nefesini ödünç alarak yaratıcısını öldüren bir bebekti.