İlk romanım olan "Flu"dan bir bölüm;
ZEN
Melis salona girdiğinde hala tavanı
izliyordum; “Ne görüyorsun?” dedi Melis aklımdan geçenleri bir konuşma
baloncuğu içerisinde tek tek okumuşçasına.
“Ne gördüğümü söylesem inanmazsın.”
“İnandır o zaman.” dedi ve ekledi; “Siz
yazarların işi bu değil mi? Okuyucuyu yazan metnin gerçekliğine inandırmak.”
“Kimsenin benim yazılarımı iplediğini
sanmıyorum. Yazı demişken temize çektiğin hikâyelerim nerede?”
“Bekle, birazdan getiririm.” dedikten
sonra mutfağa girdi ve elinde iki kupa kahve ile geri döndü. Uzattığı kırmızı
kupadan ufak bir yudum aldım; “Bunun içerisinde ne var?” diye sordum. Dilimin
ucunda hafif bir acı tat, genzimde ise alkolün verdiği sıcak bir ferahlık hissi
vardı.
“Peri tozu var.” diye geçiştirdi sorumu.
“Beğendin ama değil mi?”
“Beğendim tabii. İçinde kahve olan her
şeyi seviyorum ben zaten. Çiğnemem için bir avuç kahve çekirdeği bıraksaydın da
itiraz etmezdim.” dedim ve Melis’in güzel yüzüne bakıp gülümsedim. Melis’in
yüzünün baktıkça insanın yanaklarını bir iple yukarı çekiyormuşçasına
gülümseten bir yanı vardı. “Hiçbir şey yapmasak bile senin yanında mutluyum.”
dedi Melis ve ardından kahveyi yere bırakarak, oturduğum koltuğa geldi ve
vücudunu benim vücudumun üzerine narince bıraktı. Kalp atışlarımın hızlandığını
hissedebiliyordum. Bir nefes uzağıma gelmişti. Artık aramızda ne bir sır ne de
başka bir bilinmeyen denklem vardı. Yavaşça dudaklarımı dudaklarına doğru
yanaştırdım. Dudaklarımızın temas etmesine bir nefes kala durdum. Havayı
çekerken aslında Melis’in dışarıya verdiği havayı çekiyordum. Çilek kokuyordu.
Dudaklarımız birbirine değmeden öylece duruyordu. “Bir kadının gerçek kokusunu
ancak bu mesafeden alabilirsin” dedim kendi kendime. Ama bu mesafede zihinden
geçirilen her kelime ortak paylaşılmış bir cümlede kullanılmalıydı. “Seni
istiyorum.” diye fısıldadı Melis. Bütün vücudum Melis’in fısıltılı sesinin
tınısı ile titredi. Her ikimizin vücudunu ele geçiren, bizden başka bir güç
vardı sanki. Sele kapılıp giden bir toprak parçası gibiydim. Yükselen sular
bizi bağlı bulunduğumuz ağacın gölgesinden çekip almış, bilmediğimiz
okyanuslara taşımaya başlamıştı. Bu sele daha fazla karşı koyamıyordum. Bu
selin her şeyi yıkıp geçeceğinin farkındaydım. Böyle bir yıkıma hazır mıydım,
bilmiyordum. Ama hangi insan böyle bir sele karşı hazırlıklı olabilirdi ki? Melis
çilek kokan havayla birlikte dudaklarımı da içine doğru çekti. Melis’in alt
dudağını hafifçe ısırarak öptüm. Dudaklarım, bu dudaklara ait her şeyi yıllar
öncesinden hatırlıyor gibiydi. Sıcak ve ıslaktı. O kadar sıcaktı ki,
dudaklarımın bir an için eridiğini düşündüm. Sanki Melis’i öpmeyi bırakırsam
dudaklarımın tekrar katılaşarak o eski haline dönüşüp hissizleşecekti. Aslında
insanın dudakları bir metal yüzeyden farksızdır. Parmak uçlarıyla dokunduğunda
insan vücudunun en hissiz dokusuymuş gibi tepkisiz kalır öylece. Ancak dudaklar
tutku dolu bir başka dudak ile temas ettiğinde eriyip gerçek şeklini alır. Anahtar
kilit uyumu gibi; karşı tarafın dudaklarındaki boşlukları tek tek doldurur. Melis
başını hafif aşağıya kaydırarak boynumu öpmeye başladı. Melis’e sarıldım ve
burnumu saçlarının arasına gömdüm. Aslı’dan sonra ilk kez bir kadını bu kadar
çok istiyordum. Kelimelerin üzerinde bir cambaz misali yürüyebiliyorken bile
içimi kaynatan bu eriyik duyguyu tanımlayamıyordum. Bazen yaşamak için insanın
susması, dinlemesi gerekir. Böyle zamanlarda kelimeler taşıdığı anlamlar ipi
kopan bir uçurtma gibi uçar uzaklara giderdi. Melis’i her öptüğümde, onun narin
tenine her dokunduğumda özgürlüğe giden yolun tutkudan geçtiğini düşünüyordum.
Melis’in pantolonunun düğmelerini birer birer açarken Melis’in kulaklarına
adının gerçek anlamını fısıldıyordum. Üzerine yapışan dar kotunu nazikçe
çıkardım. Melis yalnız gecelerde o kadar çok gökyüzüne bakıp çıplak ayın
altında uyumuştu ki, şimdi o ela gözleri ay ışığı ile dolup taşıyordu. Melis
gömleğimin düğmelerini sökercesine açtı ve göğsümü dudak dokunuşlarıyla
ıslattı. Aceleci davranarak bluzunu çıkardım. Sol göğsü siyah sutyeninden
hafifçe dışarıya taşmıştı. İç çamaşırını biçimli bacaklarının arasından
sıyırarak çıkardım. İkimizde konuşmuyor, onun yerine gittikçe sıklaşan
nefeslerimizin ritmi ile karanlığın içinden ışığa doğru yol alıyorduk. Melis
kulağıma; “Odaya gidelim.” diye fısıldadı. Dudaklarımı dudaklarından ayırmadan koridoru
geçerek Melis’in odasına girdik. Çıplak bedenlerimizi yatağa uzattığımızda arkamızda
bizi kovalayan ne bir geçmiş ne de bir gelecek vardı. Melis’in içine girip,
vücutlarımız tek bir bütün olduğunda zamanın anlamsızlığını kavramaya başladım.
Melis üstüme çıkıp sırtını bana dönünce sol omzundaki dövme pencereden sızan
ışığın üzerinde parladı. Bu dövme her âşık olduğum kadınla beraber beni takip
eden bir hayaletti. Sanskritçe yazılmıştı. Sansktritçe bilmesem bile her
cümlenin anlamı kalbimin üzerine çivi yazısıyla kazınmıştı. Melis’in ıslak
vücuduna tenim temas ederken her bir cümleyi birer birer kulağına fısıldamaya
başladım.
”
Bizi gerçek olmayandan gerçeğe götür
Bizi
karanlıktan ışığa götür
Bizi
ölümlülükten ölümsüzlüğe götür”
Sutranın son kelimesini de fısıldadığımda
duyduğumuz haz ikimizi de ölümsüzlüğün kapılarına yaklaştırmış, karşımızda
uzanan sonsuzluk her ikimize de göz kırpmıştı. Sonsuzluğu gören ve gözleri
kamaşan her insan gibi bizde sırt üstü uzanarak gözlerimizi kapattık. Geride
bir zamanlar her şeyin karanlığın içinde beliren bir ışıkla doğduğunu
hatırlatan bir hikâye kalmıştı.
“Seni
daha önce tanıyor olmalıydım.” dedi Melis. Aramızdaki yakınlaşmayı
açıklayamıyorduk. Âşık olmak bir anda olan bir şey, sevmek ise zaman alan bir
süreçti. Biz ne ilk görüşte âşık olmuş ne de birbirimizi sevebilecek kadar çok
birlikte vakit geçirmiştik.
Kollarımı Melis’in bedenine doladım. “Çok uzun zaman önce seninle
tanışmıştık, sadece sen bunu hatırlayamıyorsun. ”dedim.
Derin bir iç çekti ve “Belki de sen
haklısındır.” dedi “Gelecekten bugüne gelmişimdir.”
“Dünya bir rüyadan ibarettir.” dedi
Melis. “Bunu ilk kim söylemişti, biliyor musun?”
“Descartes değil miydi?”
“Descartes’ten çok daha öncesi var.
Kelebeğin hikâyesini biliyor musun?”
Başımı sola doğru çevirerek Melis’e
baktım. Bugün rüyama giren kelebeğin hikâyesini anlatacak olamazdı. Kusursuz tesadüflere
inanmıyordum.
“Farkında değilsin ama senin yaşam
felsefen taoizme çok yakın.”
“Bu sonuca nasıl vardın peki Melis?”
“Sana bir şey anlatacağım. Onu
dinledikten sonra bu sonuca nasıl vardığımı anlayacaksın.”
“Seni dinliyorum.”
“Çin’de
milattan önce dört yüz yıllarında yaşamış Chuang Tzu adında bir filozof vardır. Bu zen ustası bir gün büyük bir dağın eteğine
serili bir ovadaki tek çınar ağacının altında uyuyakalıyor. Uykusunda kendisini
bir kelebek olarak görüyor. Ağaçların, çiçeklerin arasında uçuyor, başak
tarlalarının arasında kanat çırpıyor. Sonra ağacın altında uyuyan bir adam
görüyor ve onun gölgesinde uyuduğu ağacın dallarına konup akşamüstü güneşini rengârenk
kanatlarının üzerinde hissediyor. Chuang Tzu rüyasından uyanıyor. Tekrar ete
kemiğe büründüğünü görüyor ve kendine şu soruyu soruyor; “Rüya gören hangimizdi?
Kelebek mi benim rüyam? Yoksa ben, kelebeğin gördüğü bir rüya mıyım?”
“Neyin gerçek olup neyin gerçek
olmadığına karar vermek gerçekten çok zor. Bazen ben bile yaşadıklarımın
gerçekliği konusunda şüpheye düşüyorum.”. dedim Melis beynimin kıvrımlarına
takılıp kalan soruları adeta bir cımbızla çekip almıştı. “Sen bir kelebeğin
rüyası kadar güzelsin.” dedi. Melis, dudaklarımı ısırarak öptü. Sevgi ile
tutkunun birbiriyle kusursuz bir şekilde harmanlandığı bir dokunuştu.
“Ekin’e ne olduğunu merak ediyorum. Olanların
devamını yazmış mıydın?”
“Yazmıştım. Hatta senin üzerine kustuğun
kutunun içerisinde olması gerekiyordu.”
“Temize çekmiştim bir kısmını, biraz
beklesene. Temiz çektiğim yazıları getireyim de sende bana o hikâyeyi seç.
Umarım diğerlerinin içerisinde değildir.”
“Olur. Çay var mı?”
“Var ama soğuk, ısıtmam lazım. Sen gidip
çayın altını yaksana, ben de yazıları getireyim.”
“Misafir miyiz ev sahibi mi belli
değil.”
“Hadi çok söylenme de çayın altını yak.
Kupa bardaklar lavabonun üstündeki dolapta.”
Söylene söylene oturduğum yerden kalktım
ve mutfağa gidip çayın altını yaktım. Yalnız yaşayan birine göre oldukça
dağınık bir mutfağı vardı. Lavabonun içi ağzına kadar kirli bulaşık ile
dolmuştu. Buna karşın buzdolabının içi tamtakırdı. Dolabın üst kapağı
restoranların mıknatıslı kart ilanlarıyla doluydu. Sürekli dışarıda yemesine
rağmen formunu nasıl koruyordu merak etmiştim. Ben ocağın mavi alevlerinin
çaydanlığı ısıtışını seyrederken Melis mutfak kapısından kollarının arasında
bir kutuyla girdi.
“Senin kutunu yerini tutmaz ama bununla
idare et şimdilik.”. İçerisi tıka basa kâğıt dolu kutuyu masanın üzerine
bıraktı. Üst taraflardan arka arkaya iliştirilmiş bir kâğıt tomarını çekip
çıkardım. Her bir hikâyeyi bilgisayarda tek tek yazıp, çıktılarını almıştı
Melis. Kutunun içerisinde ise üzerinde adım yazan bir harici bellek vardı.
“Yazdıklarımın çıktısını aldım, orijinal
hallerini ise harici belleğin içerisine attım. Birkaç öykü kaldı temize
çekemediğim.”
“ Ve ne yazık ki aradığın öykü de
onların içinde. Üzgünüm.”
“Yapacak bir şey yok. Zaten hepsini
temize çekmem gerekiyordu. Sağlık olsun.”
“Sen ne zaman bu kadar pozitif bir insan
olmayı öğrendin?”
“Öğrenmedim ben hep böyleydim. Hikâyenin
adı ne?”
“Dört
Ayaklı Taburenin Anıları”
Gerçek olan bir olayla ilgili bir şeyler
yazmak, bir kum tanesini kum saatinin içine düşmeden havada yakalamaya
benziyordu. Yazdığım hikâye kusursuz çekilmiş bir fotoğraf gibiydi; yıllar
geçse bile hatırlattığı anılar insanın içini sızlatıyordu. Ansızın göğsümün sol
yerinde ufak bir sızı peydahlandı. Bu
sızı, doğarken annesinin son nefesini ödünç alarak yaratıcısını öldüren bir
bebekti.