İlk romanım olan "Flu"nun beşinci bölümünden kısa bir parça
***
O gece Aslı’yı
Batıkent’ten, Gülçinlerin evinden alacaktım. Gülçin Aslı’nın en yakın arkadaşıydı.
Arkadaşlıkları birbirlerinin büyümelerine tanıklık edecek kadar uzundu. Yıllar
ile değil paylaşılanlar ile derinliğinin ölçüldüğü bir arkadaşlıktı. Aslı benimle
bir konu hakkında konuşurken mutlaka cümle aralarına Gülçin’in fikirlerinden,
duygu ve düşüncelerinden bir tutam serpiştirirdi. Aslı’nın diline konmuş bir
kelebekti Gülçin. Arabayla sitenin içine
girdiğimde Aslı ile Gülçin apartmanın önüne inmiş laflıyorlardı. Arabanın
kontağını kapatıp, aşağıya indim. Gülçin’le daha önce tanışmamıştım. Gülçin’in
benim hakkımda ne düşüneceğini çok merak ediyordum. Aslı bendeki tedirginliği fark etmiş olacaktı
ki hemen bizi tanıştırma faslına geçti. İki insanında birbirleri hakkında çok
şey bilip, bilmiyor numarası yapmak zorunda olduğu bir tanışma faslıydı. Bu
sebepten bir o kadar da içtendi. Gülçin’in kendine özgü belirgin hatlara sahip
esmer bir teni, yeşil ve büyük gözleri vardı. Saçlarını sıkıca gererek
tepesinde toplamıştı. Bu saç şekli gözlerinin rengini ortaya çıkarırken yüzüne olduğundan
daha ciddi bir ifade katıyordu. Konuşurken acele etmiyor, her şeyi tane tane
telaffuz ediyordu. Erken kaybeden insanlara özgü o sabır ve metanet çizgileri
vardı Gülçin’in tavırlarında.
Gülçin “Sonunda
tanışabildik Özgün.” dedi. Dışarıya yansıttığı katı görünümünün aksine
konuştuğu andan itibaren kalbinin içinde akan bir çikolata şelalesi
varmışçasına neşeliydi. “Aceleniz olmasa gelin yukarı sohbet edelim diyeceğim
ama.”
“Bir daha ki sefere
artık.” dedim yarı mahcup bir halde. Aslı; “Hadi gidelim mi?” dedi ve Gülçin’e
uzun uzun sarıldı. Aslı’nın daha önce birilerine karşı duygularını bu kadar
içten sergilediğini görmemiştim. Kendinden bir parçayı geride
bırakıyormuşçasına sıkı sıkı sarılıyordu. Biri tarafından bu kadar şiddetli ve
içten sevilmenin nasıl bir duygu olduğunu düşündüm.
Gülçin’in evi
Batıkent’in yeni yeni yapılanmaya başlayan kısımlarındaydı. Lüks sitelerin arka
arkaya dizildiği caddeler ıssızdı. Yol lambalarının neredeyse hiçbiri
çalışmıyordu. Arabaya bindiğimizde arabanın konsolundan ve yansıyan farlardan
başka bir ışık yoktu. Karanlığın içinde bir ben bir de Aslı kalmıştık. Yorgun
görünüyordu Aslı. Dün gece Gülçinlerde kalmış, bütün gün gezdikten sonra ise
eve geçmişlerdi. “Gıybet dolu bir geceydi herhalde.”dedim Aslı’nın hafiften
kapanmaya başlayan göz kapaklarına atıfta bulunarak. “Siz erkekler bizden daha
çok gıybet yapıyorsunuz.” dedi kısık ve isyankâr bir sesle. “Hadi kendini
yorma, sen uyu birazcık. Eve gelince ben seni kaldırırım.” dedim. Aslı’nın saçlarının hala uzun olduğu dönemdi.
Kumral saçlarını omzunun sağ tarafına atmıştı. Ay ışığı Aslı’nın pürüzsüz teninin
üzerinde dans ediyordu, onun şekilli dudaklarının üzerini yıldız tozlarıyla
renklendiriyordu. Ne kadar büyük bir çaresizliğin içine düşmüştüm. Elimde olsa
arabayı Aslı’nın evine değil, kimsenin bizi bulamayacağı uzak yerlere sürerdim.
O kadar güzel bir şekilde uyuyordu ki bir an Aslı’nın varlığının yıldızlar
tarafından kulağıma fısıldanmış bir söz olduğunu düşündüm. Aklıma çok önceleri
bir yerlerde okuduğum bir hikâye geldi;
Kayıp düşen her
yıldızın gökyüzünde yası tutulurmuş. Aralarından bir kişi eksilen yıldızlar,
kayıp giden arkadaşlarının eksikliğini kimselere hissettirmemek için daha çok
parıldarlarmış. Bu yüzden tarih boyunca karanlık arttıkça yıldızlar daha çok
parıldamış.
Yanı başımda uyuyan Aslı’ya baktım.
Kimin yasını tutan bir yıldız bu kadar çok parıldardı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder