31 Ekim 2015 Cumartesi

FLU: Starcrossed




İlk romanım olan "Flu"nun beşinci bölümünden kısa bir parça

***

O gece Aslı’yı Batıkent’ten, Gülçinlerin evinden alacaktım. Gülçin Aslı’nın en yakın arkadaşıydı. Arkadaşlıkları birbirlerinin büyümelerine tanıklık edecek kadar uzundu. Yıllar ile değil paylaşılanlar ile derinliğinin ölçüldüğü bir arkadaşlıktı. Aslı benimle bir konu hakkında konuşurken mutlaka cümle aralarına Gülçin’in fikirlerinden, duygu ve düşüncelerinden bir tutam serpiştirirdi. Aslı’nın diline konmuş bir kelebekti Gülçin.  Arabayla sitenin içine girdiğimde Aslı ile Gülçin apartmanın önüne inmiş laflıyorlardı. Arabanın kontağını kapatıp, aşağıya indim. Gülçin’le daha önce tanışmamıştım. Gülçin’in benim hakkımda ne düşüneceğini çok merak ediyordum.  Aslı bendeki tedirginliği fark etmiş olacaktı ki hemen bizi tanıştırma faslına geçti. İki insanında birbirleri hakkında çok şey bilip, bilmiyor numarası yapmak zorunda olduğu bir tanışma faslıydı. Bu sebepten bir o kadar da içtendi. Gülçin’in kendine özgü belirgin hatlara sahip esmer bir teni, yeşil ve büyük gözleri vardı. Saçlarını sıkıca gererek tepesinde toplamıştı. Bu saç şekli gözlerinin rengini ortaya çıkarırken yüzüne olduğundan daha ciddi bir ifade katıyordu. Konuşurken acele etmiyor, her şeyi tane tane telaffuz ediyordu. Erken kaybeden insanlara özgü o sabır ve metanet çizgileri vardı Gülçin’in tavırlarında.
Gülçin “Sonunda tanışabildik Özgün.” dedi. Dışarıya yansıttığı katı görünümünün aksine konuştuğu andan itibaren kalbinin içinde akan bir çikolata şelalesi varmışçasına neşeliydi. “Aceleniz olmasa gelin yukarı sohbet edelim diyeceğim ama.”
“Bir daha ki sefere artık.” dedim yarı mahcup bir halde. Aslı; “Hadi gidelim mi?” dedi ve Gülçin’e uzun uzun sarıldı. Aslı’nın daha önce birilerine karşı duygularını bu kadar içten sergilediğini görmemiştim. Kendinden bir parçayı geride bırakıyormuşçasına sıkı sıkı sarılıyordu. Biri tarafından bu kadar şiddetli ve içten sevilmenin nasıl bir duygu olduğunu düşündüm.
Gülçin’in evi Batıkent’in yeni yeni yapılanmaya başlayan kısımlarındaydı. Lüks sitelerin arka arkaya dizildiği caddeler ıssızdı. Yol lambalarının neredeyse hiçbiri çalışmıyordu. Arabaya bindiğimizde arabanın konsolundan ve yansıyan farlardan başka bir ışık yoktu. Karanlığın içinde bir ben bir de Aslı kalmıştık. Yorgun görünüyordu Aslı. Dün gece Gülçinlerde kalmış, bütün gün gezdikten sonra ise eve geçmişlerdi. “Gıybet dolu bir geceydi herhalde.”dedim Aslı’nın hafiften kapanmaya başlayan göz kapaklarına atıfta bulunarak. “Siz erkekler bizden daha çok gıybet yapıyorsunuz.” dedi kısık ve isyankâr bir sesle. “Hadi kendini yorma, sen uyu birazcık. Eve gelince ben seni kaldırırım.” dedim.  Aslı’nın saçlarının hala uzun olduğu dönemdi. Kumral saçlarını omzunun sağ tarafına atmıştı. Ay ışığı Aslı’nın pürüzsüz teninin üzerinde dans ediyordu, onun şekilli dudaklarının üzerini yıldız tozlarıyla renklendiriyordu. Ne kadar büyük bir çaresizliğin içine düşmüştüm. Elimde olsa arabayı Aslı’nın evine değil, kimsenin bizi bulamayacağı uzak yerlere sürerdim. O kadar güzel bir şekilde uyuyordu ki bir an Aslı’nın varlığının yıldızlar tarafından kulağıma fısıldanmış bir söz olduğunu düşündüm. Aklıma çok önceleri bir yerlerde okuduğum bir hikâye geldi;
Kayıp düşen her yıldızın gökyüzünde yası tutulurmuş. Aralarından bir kişi eksilen yıldızlar, kayıp giden arkadaşlarının eksikliğini kimselere hissettirmemek için daha çok parıldarlarmış. Bu yüzden tarih boyunca karanlık arttıkça yıldızlar daha çok parıldamış.
Yanı başımda uyuyan Aslı’ya baktım. Kimin yasını tutan bir yıldız bu kadar çok parıldardı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder