İlk romanım olan Flu'nun beşinci bölümünden bir parça:
Evde kanepenin üzerine
kurulmuş, kahve içip kitap okuyordum. Bir Cumartesi günüydü. Güneşin flörtöz
bir şekilde iki ileri bir geri adım attığı ayın içindeydik. Kulaklıklarım
kulağımda, yeni keşfettiğim İtalyan grup Novembre’nin cloudbusting şarkısını dinliyordum. Tekrar tuşunu sabitlemiş,
şarkının sonsuz döngüsüne kendimi kaptırmıştım. Sırtımın altında bir şey
derinden titredi. Her zaman ki gibi telefonun üzerine uzanmıştım. Hafif yana
dönerek telefonu elime aldım, gelen mesajı okudum:
“Kapıyı açacak mısın?
Yoksa yüz milyon kez daha zile basmam mı gerekiyor?”
Kulaklığı çıkardığımda zilin sesi
kulağımı tırmaladı. Tam ayağa kalkıp kapıyı açıyordum ki telefonuma bir mesaj
daha geldi:
“Eve
birini attıysan saklamana gerek yok, söz kızmayacağım.”
Kapıyı açtım, “Saçma
sapan konuşma Melis.” dedim
Melis kollarının
arasında rulo halinde bir halı tutuyordu. “Ne oldu? Ek iş olarak halı yıkama mı
yapıyorsun?” diye sordum.
“Çok konuşma da al şu
halıyı. Kollarım koptu.” dedi. Hafiften terlemiş, yüzü de kızarmıştı. Rulo
halindeki halıyı alıp duvarın kenarına yasladım. Melis içeriye girip kendini
biraz önce oturduğum koltuğun üzerine bıraktı. “En üst kata kadar tek başına mı
taşıdın koskoca halıyı?” diye sordum, cevap vermedi.
“Ne okuyorsun böyle?” Kitabı elimden aldı, kapağını çevirdi ve “Trevanian-Shibumi. Güzel roman. Bıkmadan,
usanmadan üç kere okuduğum tek kitaptır. ”dedi.
“Sende kitabı okuyan
diğer kadınlar gibi başkarakter Nicholai Hel’e âşık mıydın?”
“Aşk sayılmaz. Ama öyle
birini gerçek hayatta tanıyor olmanın nasıl bir duygu olduğunu merak etmiştim.”.
Melis cümlesini tamamladıktan sonra bir süre duraksadı. Ayakkabılığın duvarına
yasladığım halıyı aldı ve salonun ortasında boş duran zeminin üzerine serdi.
Krem rengi halının üzeri kiraz çiçeği desenleriyle bezenmişti. Melis, “Kiraz
çiçekleri yılda sadece Martın son ve Nisan’ın ilk haftasında açar. Kiraz çiçeklerini
özel kılan nedir bilir misin? Kiraz ağacının çiçekleri ağır ağır açar ama çok
çabuk dökülür. Bu yüzden kiraz ağaçları Japon kültüründe kusursuz güzelliği ve
aynı zamanda ansız gelen ölümü simgeler. Biliyor musun kiraz çiçekleri saniyede
beş santimetre hızında yere düşerler? Eğer konuşabilselerdi düşerken son
sözleri ne olurdu sence?” diye sordu.
“Konuşmasalar da olur.
Bence sadece rüzgârda savrularak yere düşmelerinin taşıdığı anlam daha fazla.
Ama ille bir şey demeleri gerekseydi muhtemelen hayat gelip geçicidir tadında
bir şey derlerdi.” Kiraz çiçeğinin ve onun neyi temsil ettiğini çok iyi
biliyordum. İnsan sevdiği insanları hep onlarla en mutlu olduğu anda ki haliyle
hatırlar. Üç yıl öncesini, Nisan ayında kiraz ağaçlarının çiçek açtığı günü
hatırlıyorum. Aslı’nın yüzü gözümün önüne geliyor. Kiraz çiçeklerinin düşüşünü
izlerken gayrı ihtiyari bir şekilde bana bakmış ve “Her şey kusursuz.” demişti.
Aynı ağacı izleyen iki yabancıyken söylenen o üç kelimeli cümle ile tek bir
bütün olmuştuk. Bu hayat ortaklığını sadece birbirinden haberi olmadan gecenin
karanlığında aynı aya bakıp iç çeken insanlar anlayabilirdi.
“Sana içecek bir şeyler
getireyim.” diyerek mutfağa gittim. Dolaptan çıkardığım kavanozdaki kahve
çekirdeklerini yeni aldığım öğütücünün içine attım ve art arda altı tur
çevirdim. Kahveler alttaki hazneye kum taneleri gibi usul usul aktı. Mutfağı
taze kahve kokusu sardı. Bu koku, etkisi geçici de olsa, hatıraları alıp
uzaklara götürebilme yeteneğine sahipti. Kahveleri hazırlayıp oturma odasına geldiğimde
Melis müzik çalarımın kulaklıklarını takmış, başını koltuğa yaslamış,
pencereden dışarıya doğru bakıyordu. “Ne dinliyorsun?” diye sordum. Melis’in
müzik zevki konusunda hiçbir fikrim yoktu.
“Dinlemeye senin
listenden devam ediyorum. Bu son çalan grup iyiymiş, Novembre, sevdim çok.
Şimdi Green Carnation diye bir grup dinliyorum, bunlar da fena değilmiş. Zevk
sahibiymişsin müzik konusunda. Şaşırttın bak beni.”
“Zatıâlinizi
şaşırtabildiysek ne mutlu bize.” diyerek Melis’in kahve içmesini seyrettim. O
kadar güzeldi ki evimdeki karanlığı elleriyle süpürüp götürmüştü. Kiraz çiçeği
desenli halıya baktım. Gerçekten de odadaki eksik olan parça tamamlanmıştı. “Bu
halıyı da bir cinnet anında balkondan aşağıya atmayacaksın değil mi? Atman bir
şey değil de sonra yöneticiyle ben papaz oluyorum.”
“Atmam, atmam. Hayır,
ben aldım diye demiyorum ama çok yakıştı bence. Hikâyelerini temize çektiğime
ve halıyı da aldığıma göre artık kendimi affettirmişimdir umarım.”
“Affettirmek diye bir
şey yok, utandırma beni.” diyerek lafı geveledim. Melis bana karşı neden bu
kadar iyiydi, hiçbir fikrim yoktu. Kadınlara, daha ziyade insanlara, olan
güvenim onarılamaz derecede sarsılmıştı. Bir kiraz ağacının yaprağı gibiydi
birine güvenmek. En canlı olduğu anda dalından kopup yere düşüyordu. Ağacın
gölgesinde dinlenen ölü yapraklar, önce kuruyor, zamanla çürüyüp gidiyordu.
Güven konusunda kısır bir döngüye girmiştik. İlkbahar, yaz, sonbahar, kış ve
tekrar ilkbaharı yaşıyorduk.
“O olaydan sonra hiç
Ekin’den haber aldın mı?”
Melis’in çocukça bir merakı ve bitmek
bilmeyen soruları vardı. Melis’e göre insanları tanımak onların geçmişine
dokunabilecek kadar yakınında olmaktı. Hatıraların sesini her titrediğinde
içindeki boşlukta duymalıydı.
“Hiç
haber almadım. Zaten Ekin ile ilgili bir şey duymaya hazır mıydım onu da
bilmiyorum.” dedim.
“Şimdi
hazır mısın peki?” diye sordu Melis.
“Bilmem,
hiç düşünmedim. Ekin’e dair her şey silindikten sonra kâğıtta iz bırakan bir
yazı gibi, sadece ışık vurduğunda kendini belli ediyor. Şimdi tekrar renkli bir
kalemle üzerinden geçmek istersem ortaya eksik parçalar çıkar. Hayır, şimdi sen
neden bunları sormaya başladın? Sosyete arkadaşlarınla gitmen gereken bir Cumartesi
brunchın falan yok mu senin?”
“Kabalaşma hemen. Kimmiş benim sosyete
arkadaşlarım, sanki tanıştın hepsiyle.”
“Tanışmadım ama o kadar çok insan
tanıdıktan sonra bir bakışta kimin ne tarz takıldığını anlayabiliyorum.”
“Bence iyi bir gözlemcisin o kadar.
Ayrıca sosyete derken kimi kastediyordun?”
“Bien’e geldiğin arkadaşın yok mu, hani
saçlarını hep atkuyruğu yapan ve derin sırt dekolteli elbise giyen.”
“Senem’i diyorsun sen. Eh, birazcık
haklı olabilirsin ama o kadar da sosyete değil ya. Öyle olsa Bien’e değil, daha
klas mekânlara takılırdık.”
Melis oturduğu koltuğun
içinde adeta kaybolmuştu. İki avucunun içerisine aldığı kupadan ufak yudumlar
alarak beni izliyordu. Huzur dedikleri geceleri ufukta ışıkları yanan ve
kimsenin gitmediği bir şehir değildi. Gündüz vaktiydi ve ben Melis’e bakarken o
uzaktaki şehrin sokaklarında özgürce dolaşıyordum. Melis kahvesini bitirene
kadar konuşmadı. Melis bazen sadece konuşuyor, bazense susuyordu. Gelgitleri
arasındaki birbirinden kopuk zaman aralıkları vardı. Melis’in ne zaman
susacağını bilmediğim için her konuştuğunda onu can kulağıyla dinliyordum.
“Gidiyorum ben, arkadaşlarla
buluşacağım.” dedi ve kahve kupasını alıp mutfağa gitti, kupayı tezgâhın
üzerine bıraktı ve dudaklarını dudaklarıma değdirdi; “Tekrar görüşene kadar
hayatta kal.” diyerek veda etti. Melis evin kapısını kapatıp çıktıktan sonra ev
her zamankinden daha sessiz ve daha boğucu bir hale geldi. Oysa Melis buradayken
neredeyse yarım saat boyunca konuşmamış, birbirimize bakıp susmuştuk.
Sessizlik, yolda yürürken anne babasının elinden tutarak kendi kendine sallanan
yaramaz bir çocuğa benziyordu. İki kişiyken elde tutması kolay, tek kişiyken
zordu. Melis ne ara sessizliği onunla paylaşabileceğim kadar yakınıma girmişti.
Bunlar cevapsız sorulardı. O yüzden kendimi koltuğun üzerine atıp uyuklamaya
çalıştım. Tavana bakarken ve gözlerimi kapatmadan hemen önce kelebeğe
soramadığım soruları hatırlamaya çalışıyordum, fakat bir soru vardı; o kelebek
gerçek hayatta karşıma çıksa onu nasıl tanıyacaktım?”
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder