İlk romanım olan Flu'nun ikinci bölümünden bir parça:
Taksiden indiğimizde
Melis’in kafasında büyüyüp büyüyüp patlayan bir milyon baloncuk vardı. Her biri
gözlerinde ışıldayan aynanın üzerinde rahatlıkla görülebiliyordu. Apartmanın kapısını açmaya çalışırken bir
yandan omuzlarıma bütün ağırlığıyla abanan Melis’e destek olmaya çalışıyordum.
Allah’tan hala yürüyebiliyordu.
“Dördüncü katta evim.”
dedim.
“Bu apartman üç katlı
değil mi?”
“Nereden çıkardın onu
şimdi? Burada yaşayan sen misin ben miyim?”
“Dışarıdan bakınca üç
kat saydım ben.”
“Demek ki yanlış
saymışsın, hadi gidelim.” diye bu sohbeti sonlandırmaya çalıştım. Bir elimle
demir ve ağır apartman kapısını tutmaya çalışıyorken, diğer elimle ise Melis’i
içeriye doğru çekmeye çalışıyordum. Taksiden inip apartmana yürüyünceye kadar
ıslanmıştık. Kısa kumral saçlarının arasında gezinen su damlaları yüzünün
kıvrımlarını takip ediyorlardı. İnsanın canını acıtan bir güzelliği vardı;
dolaysız ve öylesine.
Kapının kilidi iki tur
döndü, üçüncü turda tok bir ses çıkarak aralandı. Ara holün ışığını açık
bırakmıştım. Melis usulca içeriye girdi. Montunu sırtından aldım ve portmantoya
astım. Çantası hala elindeydi. Giriş kapısının karşısındaki salona doğru
yürüdük. Köşe lambasını açtıktan sonra radyo frekansını ayarladım, Florence the
Machine grubunun “Spectrum” şarkısı çalmaya başladı.
“Hangi radyo bu?” diye
sordu salonun diğer ucundan kitaplığıma göz gezdirirken.
“Radyo ODTÜ. Gerçi
radyo yönetimi yeniden yapılanma gerekçesiyle Modern Sabahlar programını
yayından kaldırdığında beri pek dinlemiyordum ama takılı kalmış işte. Sormayı
unuttum, ne içersin?”
“Bilmem, sen seç.” dedi.
Mutfağa gidip tezgâhın
üstündeki siyah-beyaz kaplı dolaptan iki kupa bardağı çıkardım. Ocağın en ufak
kısmının altını yakıp, içi su dolu çaydanlığı yerleştirdim. İçeriden Melis’in
sesi geliyordu. Mırıldanarak şarkıya eşlik ediyor, bir yandan da odanın içinde
yürüyordu. Gecenin bir saati olduğu için Melis’in ayak sesleri duvarın diğer
ucundan yankılanıyordu.
“Bu kitapların hepsini
okudun mu?” diye sordu.
“Çoğunu. Ama içlerinde
hala okuyamadıklarım, sıkılıp yarım bıraktıklarımda var.”
“İçlerinden en sevdiğin
hangisi?”
“Kapaklarına bak,
hangisinin kapağı en çokeskimişse onu seviyorumdur.”
“Hiçbir soruya direk
cevap vermez misin sen?” diye bağırdı içeriden ince ve serzeniş dolu bir sesle.
“Sence?”
Kupaların içerisine
biraz kahve, biraz da esmer şeker attım. Sıcak su fokurdayama başlamıştı.
Dolaptan Jack&Daniels şişesini çıkardım, her kupanın içerisine tepesinden
iki parmak boşluk kalacak şekilde sıcak su koydum, bir shot bardağı ölçüsüyle
viski ekledim ve karıştırdım.
“Sevmediğin halı bu
muydu? Üçlü kanepenin hemen önündeki kahverengi renkli olan?” diye sordu Melis.
“Evet, ne oldu ki?”
“Sadece merak ettim.
”dedi. Ardından evin içerisine kati bir sessizlik hâkim oldu. İçecekleri
karıştırmayı bitirdikten sonra elimde kupalarla mutfaktan çıkmak üzereydim ki
dışarıdan büyük bir cismin yere çarpma sesi geldi. Hemen salona doğru koştum.
Balkon penceresi açıktı ve esen rüzgâr tül perdeyi sağa sola savuşturuyordu.
Melis odada yoktu. İntihar mı etmişti acaba. Korkumdan bir adım daha atıp
balkondan aşağıya doğru bakamıyordum. “Melis?” diye seslendim, cevap alamadım. Kendini
balkondan aşağı mı atmıştı acaba diye düşünürken elimdeki kahvenin normalde
kahverengi halının durması gereken boş zemine döküldüğünü fark ettim. Biraz
sonra Melis yaramaz bir çocuk gibi başını balkon kapısından çıkardı ve bütün
sevimliliği ile gülümsedi.
“Artık hayatında
sevmediğin şeylere katlanmak zorunda değilsin. Bu bir başlangıç, bence bir
teşekkürü hak ediyorum.”
“Halımı balkondan aşağı
attığın için mi teşekkür edeceğim sana?”
“Ne yani çok mu
üzüldün? Çok umurundaymış gibi konuşma lütfen.”
“Üzülmedim de şaşırdım.
Tanımadığın insanların evine gelip halıları balkondan aşağı mı atarsın?”
“Beni tanıdığını
söyleyen sendin ama Özgün. Hem de çok uzun zamandır, bir başka isim ile.”
Susmanın en bilgece olduğu vakitlerden
biriydi.
“Hadi kızma, söz sana önümüzdeki ay çok
güzel bir halı alacağım. Bu sefer çok sevdiğin bir halın olacak. Hatta alacağım
halıyı o kadar çok seveceksin ki her baktığında içinde o halının üzerinde çıplak
ayak dolaşmak isteyeceksin.”
“Bir sonraki sefer de gereksiz bulup
beni balkondan aşağı atma da, halı malı istemiyorum.”
Avuç içine aldığı viskili kahveden ufak
bir yudum aldı. “Irısh coffe yapmayı nereden öğrendin sen?”
“Barmen bir kızla takılmıştım bir süre,
o sürekli irish coffe içiyordu. Bende onu izleye izleye öğrendim.”
“Eline sağlık.”
“Afiyet olsun.”
Üçlü kanepenin üzerine oturdu, bana
baktı, yanına gelmem gerektiğini kendince ima ediyordu. İtiraz etmeden oturdum.
Mücadele etmekten, kendimi saklamaktan, maske takmaktan yorulmuştum. Melis hala
uslanmamış bir çocuk gibi odayı gözleriyle tarıyor, ilgisini çekecek, onu
ayakta tutacak bir şeyler arıyordu. Kanepenin yan tarafındaki kırmızı renkteki
kutuya gözü takıldı. En bulmasını istemediğim şeyi bulmuştu. Komşu eve
misafirliğe gelen her çocuk gibi saklanan çoğu nesneyi bulma yeteneğine
sahipti. Kutuyu durduğu yerden sürükleyerek aldı, kucağının üzerine koydu.
“Bunlar ne?” dedi kutunun kapağını açıp
içerisinden çıkan birbirlerine zımbalanmış kağıt yığınlarını çıkararak.
“Yazdığım öyküler.” dedim “Bilgisayara
geçirmeden önce ilk yazdığım hallerini hep saklarım.”
“Son haliyle ilk hali arasındaki farkı
görmek için mi?”
“Bilmem, belki.”
“Eminim çok değişiyordur.” dedi. Şimdi
de Melis en cevval edebiyatçılardan biri olup çıkmıştı.
“Yazdığım şeyi tekrar okumam. Sadece
elindeki müsvedde kâğıtlarından bilgisayara geçirirken okuyorum.”
“Bir nedeni var mı?”
“Öykülerdeki ben ile gerçek ben arasında
büyük bir fark olduğunu düşünüyorum. Bir yabancının yazdığı bir karalamayı
okuyor gibi hissediyorum.”
Melis, uzun elleriyle kutuyu karıştırdı,
alt üst etti. “Kadınlarla ilgili mi yazıyorsun peki?”
“Ucu hayata değen şeylerle ilgili
yazıyorum.” dedim. Melis gözlerini kâğıtlara dikmiş bir şekilde benim
söylediklerimi başıyla onaylıyordu. Melis, üç
ayaklı taburenin anıları başlıklı öyküyü gösterdi; “Bunu alıyorum.” dedi
ardından çantasını açıp kâğıdı ikiye katlayarak içerisine attı. İtiraz etmemi
bile beklemedi. Mizacında düşünme ve eyleme geçme arasında ufak bir es vermeye
yer yoktu. Elindeki kupayı koyu kahverengi sehpanın üzerine bıraktı, ağzını
sıkıca kapattı ve olduğu yerden irkilerek kalkmaya çalıştı. Tam ne oldu
diyordum ki mide özsuyuna nüfus eden etil alkol molekülleri sarı bir karışım
halinde ağzından aşağı, kutunun içerisine aktı. Hikayelerin üzerine kusmuştu.
Hayatımdaki kadınlar ile ilgili yazdığım bütün hikayelerin ilk hali bir kusmuk
tabakası ile kaplanmıştı. Geçmişe sıvamanın somut hali karşımdaydı. Üzülmüş
müydüm? Canım yanmış mıydı? Hiç bir şey hissetmiyordum. Melis’in sorusuna
“bilmem” diyerek yalan söylemiştim. Hikâyeleri bir daha elime almayışımın
sebebi kafamdaki paranoyak duyguların tekrar günışığına çıkmasını engellemek
içindi. Hayatın kendisi paranoyak bir aktiviteydi aslında. Biriyle tanışıp,
onunla günler, haftalar ve aylar geçirdikten sonra geriye baktığında gördüğün
manzara mukayese kabul edemeyecek kadar farklı oluyordu. Mahallede top oynarken
kendini oyuna kaptırıp, üstünü başını kirletip, gündüzün geceye döndüğünü fark
etmeyen sokak çocuklarıydık. Gerçekten insanları tanıyabiliyor muyduk? Belki de
yazdığım yazılar hayatımdaki kadınların benim kafamdaki ile gerçek hayattaki halleri
arasındaki farkı işaret eden belirteç kâğıtlarıydı. Limon suyu damlatılınca
kırmızıya dönen mavi turnusol kâğıtlarına yazılmıştı sanki bütün bu öyküler.
Melis belki de korkularımın üzerini örtmüştü. Bu yüzden Melis’e öykülerimin
çoğunun üzerine kusup okunmaz hale getirdiği için kızgın değildim.
“Özür dilerim.” dedi. “Çok özür
dilerim.”
“Önemli değil, senden daha kıymetli
değiller. Gel banyoya gidelim, yüzünü yıkayalım.” dedim. Elinden tuttum ve
banyoya girdik. Yüzüne soğuk su çarptı. Bir kere daha, bir kere daha… “Sen geç
içeri ben geliyorum.”
“Bir şeye ihtiyacın olursa seslenmen
yeterli.”.
Banyodan yalnızca musluktan akan suyun
şırıltısı geliyor, başka hiçbir ses anahtar deliğinden dışarıya kaçmıyordu.
Odaya gidip Melis’in üzerine giyebileceği temiz bir şeyler aramaya başladım. Eski
kız arkadaşlarımdan kalan eşofman altlarından ve bluzlerinden temiz görünenleri
seçtim ve yatağın üzerine bıraktım. Biraz sonra Melis ayaklarını parkenin
üzerinde sürüye sürüye odama geldi. Tavanda parıldayan Kız Kuleli avizenin
ışığı gözünü almıştı, su baskını sonrası yuvasından kaçan bir köstebek gibi
gözlerini kıstı.
“Şu ışığı kapatır mısın?”
“Olur, önce şunları giy.” dedim biraz
önceki olaydan dolayı batan üstüne başına bakarken. Duvardaki anahtara basıp
ışığı kapattım, başucumdaki metal rengindeki masa lambasını açtım. Sıcak sarı
ışık yatağın üzerindeki battaniyenin rengini tamamlayacak şekilde odanın her
bir tarafını sardı.
Bu sefer sözüme itiraz
etmeden dediğimi yaptı. Salona geçip biraz önceki ufak çaplı felaketin izlerini
yok etmeye koyuldum. Kutuyu öylece balkona çıkardım. Atıp atmamak konusunda
kararsızdım. Oyumu çekimserlikten yana kullanarak kutuyu odayı kokutmaması için
balkona bıraktım. Melis içeriden seslenerek; “Gelebilirsin.”dedi. Odaya
girdiğimde gözlerinin altı şişmiş, rimelleri hafif akmış buna rağmen
çekiciliğinden bir şey kaybetmemiş bir kadın vardı. Uykuyla-sızma arasındaki o
ince çizgide gidip geliyordu. Elimden tuttu, beni yatağımın üzerine oturttu ve
ardından yatağa uzanarak başını dizime yasladı.
“Birşeyler anlatsana
bana.” dedi.
“Ne anlatmamı
istersin?”
“Bilmem. Daha önce
kimsenin bana anlatmadığı bir şeyler olsun.” dedi gözlerini hafifçe kapayarak.
Ayaklarını karnının içine doğru çekti. Yavaş ve sakin bir şekilde nefes alıp
vermeye başladı.
“Yüzyıllardır belki de
hakkında en çok teori üretilen konulardan biri zamandır. Eski Mısır rahiplerine
göre zaman enerjinin evren içindeki yolculuğunun adıdır. Enerjinin dönüşüm
süreci der bazı rahipler, bu yüzden zaman sonsuz olan Tanrı’yı simgeler. Bazı
Budist rahipler ise zamanı suya benzetirler. Nasıl suyun üzerine düşen
yansımanı yakalayamazsan zamanı da öyle yakalayamazsın işte. Ya önündedir zaman
ya da arkanda. Durgun bir suyu gözünde canlandırmanı istiyorum şimdi Melis.”
“Canlandırıyorum.” dedi
kısık bir sesle.
“Hareketsiz gibi gözükse de su kendi
içerisinde dalgalanıp durur. Hep hareket
halindedir ve ne yaparsan yap, suyun hareketini asla durduramazsın. Bu yüzden
biraz önce mevzu bahsi geçen Budist rahibe göre su, zamanın bu evrendeki
yansımasıdır.”
“Bu
yüzden mi insan sabah uyandığında yüzünü yıkar? Zamanın varlığını kendine
hatırlamak için?”
“Belki de unutmak için.”.
Melis ayaklarını içeriye doğru çekti.
Yatağın ucundaki battaniyeyi aldım, Melis’in üzerine usulca örttüm. Dizimi
hafifçe kaldırıp yerine kaz tüyü yastığı koydum. Ayağa kalktığımda uykunun
çekim alanına girmiş bir sesle; “Gitme.” dedi.
Gitmedim, oturdum yanı başına. Elini
elimin üzerine koydu. “Anlatmaya devam et.” dedi.
“Bilinenin aksine gece yarısı dedikleri
zaman dilimi saatlerin on ikiyi gösterdiği an değil, insanın başını yastığa
koyabildiği andır. Bir kere gece yarısı oldu mu insan kendinden kaçamaz. Bir
karabasan veyahut gece yarısı acı acı çalan bir telefon sesi gibi insanın
üzerine bütün kederiyle birlikte çöker. Herkesin içinde affedemediği birileri
vardır. Derinlere gömemediğimiz yaşanmışlıklar el sallar uzaklardan. Ben onlara
mezarsız ölüler diyorum. İnsanın kalbindeki terk edilmiş evlerde uyurlar. Mezarsız
ölüler gece yarısı olduğunda bir nebzede olsa huzur bulabilmek için unutuluştan
yapılan tabutlarını ararlar. Hangi mezarsız ölü tabutunu bulabilmiş derseniz
bilemem. Benim bildiğim tabutu olan tek ölünün adının masumiyet olduğudur”. Ben
susunca Melis elimi daha sıkı tutmaya başladı. Sessizce ağlıyordu. “Neden
ağlıyorsun?” diye sormak gereksizdi. Gecenin sessizliğini paylaşıyorduk.
Hıçkırarak ağlamaya başladı Melis. Sıkı sıkı sarıldım Melis’e. Hıçkırıklarının
yansımasını göğsümde duyunca daha şiddetli ağlamaya başladı Melis.
“Her şey geçti.” dedim, aslında hiçbir
şeyin geçtiği yoktu bu hayatta. O ağladı, ben sarıldım. Kollarımı açarsam onu
kaybedecekmişim gibi sıkı sıkı sarıldım.
Melis için gece yarısı olmuştu. Ve
hepimiz gibi Melis’in de içinde ölen birileri vardı.