31 Ekim 2015 Cumartesi

FLU: Starcrossed




İlk romanım olan "Flu"nun beşinci bölümünden kısa bir parça

***

O gece Aslı’yı Batıkent’ten, Gülçinlerin evinden alacaktım. Gülçin Aslı’nın en yakın arkadaşıydı. Arkadaşlıkları birbirlerinin büyümelerine tanıklık edecek kadar uzundu. Yıllar ile değil paylaşılanlar ile derinliğinin ölçüldüğü bir arkadaşlıktı. Aslı benimle bir konu hakkında konuşurken mutlaka cümle aralarına Gülçin’in fikirlerinden, duygu ve düşüncelerinden bir tutam serpiştirirdi. Aslı’nın diline konmuş bir kelebekti Gülçin.  Arabayla sitenin içine girdiğimde Aslı ile Gülçin apartmanın önüne inmiş laflıyorlardı. Arabanın kontağını kapatıp, aşağıya indim. Gülçin’le daha önce tanışmamıştım. Gülçin’in benim hakkımda ne düşüneceğini çok merak ediyordum.  Aslı bendeki tedirginliği fark etmiş olacaktı ki hemen bizi tanıştırma faslına geçti. İki insanında birbirleri hakkında çok şey bilip, bilmiyor numarası yapmak zorunda olduğu bir tanışma faslıydı. Bu sebepten bir o kadar da içtendi. Gülçin’in kendine özgü belirgin hatlara sahip esmer bir teni, yeşil ve büyük gözleri vardı. Saçlarını sıkıca gererek tepesinde toplamıştı. Bu saç şekli gözlerinin rengini ortaya çıkarırken yüzüne olduğundan daha ciddi bir ifade katıyordu. Konuşurken acele etmiyor, her şeyi tane tane telaffuz ediyordu. Erken kaybeden insanlara özgü o sabır ve metanet çizgileri vardı Gülçin’in tavırlarında.
Gülçin “Sonunda tanışabildik Özgün.” dedi. Dışarıya yansıttığı katı görünümünün aksine konuştuğu andan itibaren kalbinin içinde akan bir çikolata şelalesi varmışçasına neşeliydi. “Aceleniz olmasa gelin yukarı sohbet edelim diyeceğim ama.”
“Bir daha ki sefere artık.” dedim yarı mahcup bir halde. Aslı; “Hadi gidelim mi?” dedi ve Gülçin’e uzun uzun sarıldı. Aslı’nın daha önce birilerine karşı duygularını bu kadar içten sergilediğini görmemiştim. Kendinden bir parçayı geride bırakıyormuşçasına sıkı sıkı sarılıyordu. Biri tarafından bu kadar şiddetli ve içten sevilmenin nasıl bir duygu olduğunu düşündüm.
Gülçin’in evi Batıkent’in yeni yeni yapılanmaya başlayan kısımlarındaydı. Lüks sitelerin arka arkaya dizildiği caddeler ıssızdı. Yol lambalarının neredeyse hiçbiri çalışmıyordu. Arabaya bindiğimizde arabanın konsolundan ve yansıyan farlardan başka bir ışık yoktu. Karanlığın içinde bir ben bir de Aslı kalmıştık. Yorgun görünüyordu Aslı. Dün gece Gülçinlerde kalmış, bütün gün gezdikten sonra ise eve geçmişlerdi. “Gıybet dolu bir geceydi herhalde.”dedim Aslı’nın hafiften kapanmaya başlayan göz kapaklarına atıfta bulunarak. “Siz erkekler bizden daha çok gıybet yapıyorsunuz.” dedi kısık ve isyankâr bir sesle. “Hadi kendini yorma, sen uyu birazcık. Eve gelince ben seni kaldırırım.” dedim.  Aslı’nın saçlarının hala uzun olduğu dönemdi. Kumral saçlarını omzunun sağ tarafına atmıştı. Ay ışığı Aslı’nın pürüzsüz teninin üzerinde dans ediyordu, onun şekilli dudaklarının üzerini yıldız tozlarıyla renklendiriyordu. Ne kadar büyük bir çaresizliğin içine düşmüştüm. Elimde olsa arabayı Aslı’nın evine değil, kimsenin bizi bulamayacağı uzak yerlere sürerdim. O kadar güzel bir şekilde uyuyordu ki bir an Aslı’nın varlığının yıldızlar tarafından kulağıma fısıldanmış bir söz olduğunu düşündüm. Aklıma çok önceleri bir yerlerde okuduğum bir hikâye geldi;
Kayıp düşen her yıldızın gökyüzünde yası tutulurmuş. Aralarından bir kişi eksilen yıldızlar, kayıp giden arkadaşlarının eksikliğini kimselere hissettirmemek için daha çok parıldarlarmış. Bu yüzden tarih boyunca karanlık arttıkça yıldızlar daha çok parıldamış.
Yanı başımda uyuyan Aslı’ya baktım. Kimin yasını tutan bir yıldız bu kadar çok parıldardı?

26 Ekim 2015 Pazartesi

Flu, İkimiz Arasındaki En Kısa Mesafe



İlk romanım olan Flu'nun beşinci bölümünden bir parça:

Evde kanepenin üzerine kurulmuş, kahve içip kitap okuyordum. Bir Cumartesi günüydü. Güneşin flörtöz bir şekilde iki ileri bir geri adım attığı ayın içindeydik. Kulaklıklarım kulağımda, yeni keşfettiğim İtalyan grup Novembre’nin cloudbusting şarkısını dinliyordum. Tekrar tuşunu sabitlemiş, şarkının sonsuz döngüsüne kendimi kaptırmıştım. Sırtımın altında bir şey derinden titredi. Her zaman ki gibi telefonun üzerine uzanmıştım. Hafif yana dönerek telefonu elime aldım, gelen mesajı okudum:
“Kapıyı açacak mısın? Yoksa yüz milyon kez daha zile basmam mı gerekiyor?”
Kulaklığı çıkardığımda zilin sesi kulağımı tırmaladı. Tam ayağa kalkıp kapıyı açıyordum ki telefonuma bir mesaj daha geldi:
            “Eve birini attıysan saklamana gerek yok, söz kızmayacağım.”
Kapıyı açtım, “Saçma sapan konuşma Melis.” dedim
Melis kollarının arasında rulo halinde bir halı tutuyordu. “Ne oldu? Ek iş olarak halı yıkama mı yapıyorsun?” diye sordum.
“Çok konuşma da al şu halıyı. Kollarım koptu.” dedi. Hafiften terlemiş, yüzü de kızarmıştı. Rulo halindeki halıyı alıp duvarın kenarına yasladım. Melis içeriye girip kendini biraz önce oturduğum koltuğun üzerine bıraktı. “En üst kata kadar tek başına mı taşıdın koskoca halıyı?” diye sordum, cevap vermedi.
 “Ne okuyorsun böyle?”  Kitabı elimden aldı, kapağını çevirdi ve  “Trevanian-Shibumi. Güzel roman. Bıkmadan, usanmadan üç kere okuduğum tek kitaptır. ”dedi.
“Sende kitabı okuyan diğer kadınlar gibi başkarakter Nicholai Hel’e âşık mıydın?”
“Aşk sayılmaz. Ama öyle birini gerçek hayatta tanıyor olmanın nasıl bir duygu olduğunu merak etmiştim.”. Melis cümlesini tamamladıktan sonra bir süre duraksadı. Ayakkabılığın duvarına yasladığım halıyı aldı ve salonun ortasında boş duran zeminin üzerine serdi. Krem rengi halının üzeri kiraz çiçeği desenleriyle bezenmişti. Melis, “Kiraz çiçekleri yılda sadece Martın son ve Nisan’ın ilk haftasında açar. Kiraz çiçeklerini özel kılan nedir bilir misin? Kiraz ağacının çiçekleri ağır ağır açar ama çok çabuk dökülür. Bu yüzden kiraz ağaçları Japon kültüründe kusursuz güzelliği ve aynı zamanda ansız gelen ölümü simgeler. Biliyor musun kiraz çiçekleri saniyede beş santimetre hızında yere düşerler? Eğer konuşabilselerdi düşerken son sözleri ne olurdu sence?” diye sordu.
“Konuşmasalar da olur. Bence sadece rüzgârda savrularak yere düşmelerinin taşıdığı anlam daha fazla. Ama ille bir şey demeleri gerekseydi muhtemelen hayat gelip geçicidir tadında bir şey derlerdi.” Kiraz çiçeğinin ve onun neyi temsil ettiğini çok iyi biliyordum. İnsan sevdiği insanları hep onlarla en mutlu olduğu anda ki haliyle hatırlar. Üç yıl öncesini, Nisan ayında kiraz ağaçlarının çiçek açtığı günü hatırlıyorum. Aslı’nın yüzü gözümün önüne geliyor. Kiraz çiçeklerinin düşüşünü izlerken gayrı ihtiyari bir şekilde bana bakmış ve “Her şey kusursuz.” demişti. Aynı ağacı izleyen iki yabancıyken söylenen o üç kelimeli cümle ile tek bir bütün olmuştuk. Bu hayat ortaklığını sadece birbirinden haberi olmadan gecenin karanlığında aynı aya bakıp iç çeken insanlar anlayabilirdi.
“Sana içecek bir şeyler getireyim.” diyerek mutfağa gittim. Dolaptan çıkardığım kavanozdaki kahve çekirdeklerini yeni aldığım öğütücünün içine attım ve art arda altı tur çevirdim. Kahveler alttaki hazneye kum taneleri gibi usul usul aktı. Mutfağı taze kahve kokusu sardı. Bu koku, etkisi geçici de olsa, hatıraları alıp uzaklara götürebilme yeteneğine sahipti.  Kahveleri hazırlayıp oturma odasına geldiğimde Melis müzik çalarımın kulaklıklarını takmış, başını koltuğa yaslamış, pencereden dışarıya doğru bakıyordu. “Ne dinliyorsun?” diye sordum. Melis’in müzik zevki konusunda hiçbir fikrim yoktu.
“Dinlemeye senin listenden devam ediyorum. Bu son çalan grup iyiymiş, Novembre, sevdim çok. Şimdi Green Carnation diye bir grup dinliyorum, bunlar da fena değilmiş. Zevk sahibiymişsin müzik konusunda. Şaşırttın bak beni.”
“Zatıâlinizi şaşırtabildiysek ne mutlu bize.” diyerek Melis’in kahve içmesini seyrettim. O kadar güzeldi ki evimdeki karanlığı elleriyle süpürüp götürmüştü. Kiraz çiçeği desenli halıya baktım. Gerçekten de odadaki eksik olan parça tamamlanmıştı. “Bu halıyı da bir cinnet anında balkondan aşağıya atmayacaksın değil mi? Atman bir şey değil de sonra yöneticiyle ben papaz oluyorum.”
“Atmam, atmam. Hayır, ben aldım diye demiyorum ama çok yakıştı bence. Hikâyelerini temize çektiğime ve halıyı da aldığıma göre artık kendimi affettirmişimdir umarım.”
“Affettirmek diye bir şey yok, utandırma beni.” diyerek lafı geveledim. Melis bana karşı neden bu kadar iyiydi, hiçbir fikrim yoktu. Kadınlara, daha ziyade insanlara, olan güvenim onarılamaz derecede sarsılmıştı. Bir kiraz ağacının yaprağı gibiydi birine güvenmek. En canlı olduğu anda dalından kopup yere düşüyordu. Ağacın gölgesinde dinlenen ölü yapraklar, önce kuruyor, zamanla çürüyüp gidiyordu. Güven konusunda kısır bir döngüye girmiştik. İlkbahar, yaz, sonbahar, kış ve tekrar ilkbaharı yaşıyorduk.
“O olaydan sonra hiç Ekin’den haber aldın mı?”
Melis’in çocukça bir merakı ve bitmek bilmeyen soruları vardı. Melis’e göre insanları tanımak onların geçmişine dokunabilecek kadar yakınında olmaktı. Hatıraların sesini her titrediğinde içindeki boşlukta duymalıydı.
            “Hiç haber almadım. Zaten Ekin ile ilgili bir şey duymaya hazır mıydım onu da bilmiyorum.” dedim.
            “Şimdi hazır mısın peki?” diye sordu Melis.
            “Bilmem, hiç düşünmedim. Ekin’e dair her şey silindikten sonra kâğıtta iz bırakan bir yazı gibi, sadece ışık vurduğunda kendini belli ediyor. Şimdi tekrar renkli bir kalemle üzerinden geçmek istersem ortaya eksik parçalar çıkar. Hayır, şimdi sen neden bunları sormaya başladın? Sosyete arkadaşlarınla gitmen gereken bir Cumartesi brunchın falan yok mu senin?”
“Kabalaşma hemen. Kimmiş benim sosyete arkadaşlarım, sanki tanıştın hepsiyle.”
“Tanışmadım ama o kadar çok insan tanıdıktan sonra bir bakışta kimin ne tarz takıldığını anlayabiliyorum.”
“Bence iyi bir gözlemcisin o kadar. Ayrıca sosyete derken kimi kastediyordun?”
“Bien’e geldiğin arkadaşın yok mu, hani saçlarını hep atkuyruğu yapan ve derin sırt dekolteli elbise giyen.”
“Senem’i diyorsun sen. Eh, birazcık haklı olabilirsin ama o kadar da sosyete değil ya. Öyle olsa Bien’e değil, daha klas mekânlara takılırdık.”
Melis oturduğu koltuğun içinde adeta kaybolmuştu. İki avucunun içerisine aldığı kupadan ufak yudumlar alarak beni izliyordu. Huzur dedikleri geceleri ufukta ışıkları yanan ve kimsenin gitmediği bir şehir değildi. Gündüz vaktiydi ve ben Melis’e bakarken o uzaktaki şehrin sokaklarında özgürce dolaşıyordum. Melis kahvesini bitirene kadar konuşmadı. Melis bazen sadece konuşuyor, bazense susuyordu. Gelgitleri arasındaki birbirinden kopuk zaman aralıkları vardı. Melis’in ne zaman susacağını bilmediğim için her konuştuğunda onu can kulağıyla dinliyordum.
“Gidiyorum ben, arkadaşlarla buluşacağım.” dedi ve kahve kupasını alıp mutfağa gitti, kupayı tezgâhın üzerine bıraktı ve dudaklarını dudaklarıma değdirdi; “Tekrar görüşene kadar hayatta kal.” diyerek veda etti. Melis evin kapısını kapatıp çıktıktan sonra ev her zamankinden daha sessiz ve daha boğucu bir hale geldi. Oysa Melis buradayken neredeyse yarım saat boyunca konuşmamış, birbirimize bakıp susmuştuk. Sessizlik, yolda yürürken anne babasının elinden tutarak kendi kendine sallanan yaramaz bir çocuğa benziyordu. İki kişiyken elde tutması kolay, tek kişiyken zordu. Melis ne ara sessizliği onunla paylaşabileceğim kadar yakınıma girmişti. Bunlar cevapsız sorulardı. O yüzden kendimi koltuğun üzerine atıp uyuklamaya çalıştım. Tavana bakarken ve gözlerimi kapatmadan hemen önce kelebeğe soramadığım soruları hatırlamaya çalışıyordum, fakat bir soru vardı; o kelebek gerçek hayatta karşıma çıksa onu nasıl tanıyacaktım?”
***

22 Ekim 2015 Perşembe

Flu-Bölüm 2- Mezarsız Ölüler



 İlk romanım olan Flu'nun ikinci bölümünden bir parça:



Taksiden indiğimizde Melis’in kafasında büyüyüp büyüyüp patlayan bir milyon baloncuk vardı. Her biri gözlerinde ışıldayan aynanın üzerinde rahatlıkla görülebiliyordu.  Apartmanın kapısını açmaya çalışırken bir yandan omuzlarıma bütün ağırlığıyla abanan Melis’e destek olmaya çalışıyordum. Allah’tan hala yürüyebiliyordu.
“Dördüncü katta evim.” dedim.
“Bu apartman üç katlı değil mi?”
“Nereden çıkardın onu şimdi? Burada yaşayan sen misin ben miyim?”
“Dışarıdan bakınca üç kat saydım ben.”
“Demek ki yanlış saymışsın, hadi gidelim.” diye bu sohbeti sonlandırmaya çalıştım. Bir elimle demir ve ağır apartman kapısını tutmaya çalışıyorken, diğer elimle ise Melis’i içeriye doğru çekmeye çalışıyordum. Taksiden inip apartmana yürüyünceye kadar ıslanmıştık. Kısa kumral saçlarının arasında gezinen su damlaları yüzünün kıvrımlarını takip ediyorlardı. İnsanın canını acıtan bir güzelliği vardı; dolaysız ve öylesine.
Kapının kilidi iki tur döndü, üçüncü turda tok bir ses çıkarak aralandı. Ara holün ışığını açık bırakmıştım. Melis usulca içeriye girdi. Montunu sırtından aldım ve portmantoya astım. Çantası hala elindeydi. Giriş kapısının karşısındaki salona doğru yürüdük. Köşe lambasını açtıktan sonra radyo frekansını ayarladım, Florence the Machine grubunun “Spectrum” şarkısı çalmaya başladı.
“Hangi radyo bu?” diye sordu salonun diğer ucundan kitaplığıma göz gezdirirken.
“Radyo ODTÜ. Gerçi radyo yönetimi yeniden yapılanma gerekçesiyle Modern Sabahlar programını yayından kaldırdığında beri pek dinlemiyordum ama takılı kalmış işte. Sormayı unuttum, ne içersin?”
 “Bilmem, sen seç.” dedi.  
Mutfağa gidip tezgâhın üstündeki siyah-beyaz kaplı dolaptan iki kupa bardağı çıkardım. Ocağın en ufak kısmının altını yakıp, içi su dolu çaydanlığı yerleştirdim. İçeriden Melis’in sesi geliyordu. Mırıldanarak şarkıya eşlik ediyor, bir yandan da odanın içinde yürüyordu. Gecenin bir saati olduğu için Melis’in ayak sesleri duvarın diğer ucundan yankılanıyordu.
“Bu kitapların hepsini okudun mu?” diye sordu.
“Çoğunu. Ama içlerinde hala okuyamadıklarım, sıkılıp yarım bıraktıklarımda var.”
“İçlerinden en sevdiğin hangisi?”
“Kapaklarına bak, hangisinin kapağı en çokeskimişse onu seviyorumdur.”
“Hiçbir soruya direk cevap vermez misin sen?” diye bağırdı içeriden ince ve serzeniş dolu bir sesle.
“Sence?”
Kupaların içerisine biraz kahve, biraz da esmer şeker attım. Sıcak su fokurdayama başlamıştı. Dolaptan Jack&Daniels şişesini çıkardım, her kupanın içerisine tepesinden iki parmak boşluk kalacak şekilde sıcak su koydum, bir shot bardağı ölçüsüyle viski ekledim ve karıştırdım.
“Sevmediğin halı bu muydu? Üçlü kanepenin hemen önündeki kahverengi renkli olan?” diye sordu Melis.
“Evet, ne oldu ki?”
“Sadece merak ettim. ”dedi. Ardından evin içerisine kati bir sessizlik hâkim oldu. İçecekleri karıştırmayı bitirdikten sonra elimde kupalarla mutfaktan çıkmak üzereydim ki dışarıdan büyük bir cismin yere çarpma sesi geldi. Hemen salona doğru koştum. Balkon penceresi açıktı ve esen rüzgâr tül perdeyi sağa sola savuşturuyordu. Melis odada yoktu. İntihar mı etmişti acaba. Korkumdan bir adım daha atıp balkondan aşağıya doğru bakamıyordum. “Melis?” diye seslendim, cevap alamadım. Kendini balkondan aşağı mı atmıştı acaba diye düşünürken elimdeki kahvenin normalde kahverengi halının durması gereken boş zemine döküldüğünü fark ettim. Biraz sonra Melis yaramaz bir çocuk gibi başını balkon kapısından çıkardı ve bütün sevimliliği ile gülümsedi.
“Artık hayatında sevmediğin şeylere katlanmak zorunda değilsin. Bu bir başlangıç, bence bir teşekkürü hak ediyorum.”
“Halımı balkondan aşağı attığın için mi teşekkür edeceğim sana?”
“Ne yani çok mu üzüldün? Çok umurundaymış gibi konuşma lütfen.”
“Üzülmedim de şaşırdım. Tanımadığın insanların evine gelip halıları balkondan aşağı mı atarsın?”
“Beni tanıdığını söyleyen sendin ama Özgün. Hem de çok uzun zamandır, bir başka isim ile.”
Susmanın en bilgece olduğu vakitlerden biriydi.
“Hadi kızma, söz sana önümüzdeki ay çok güzel bir halı alacağım. Bu sefer çok sevdiğin bir halın olacak. Hatta alacağım halıyı o kadar çok seveceksin ki her baktığında içinde o halının üzerinde çıplak ayak dolaşmak isteyeceksin.”
“Bir sonraki sefer de gereksiz bulup beni balkondan aşağı atma da, halı malı istemiyorum.”
Avuç içine aldığı viskili kahveden ufak bir yudum aldı. “Irısh coffe yapmayı nereden öğrendin sen?”
“Barmen bir kızla takılmıştım bir süre, o sürekli irish coffe içiyordu. Bende onu izleye izleye öğrendim.”
“Eline sağlık.”
“Afiyet olsun.”
Üçlü kanepenin üzerine oturdu, bana baktı, yanına gelmem gerektiğini kendince ima ediyordu. İtiraz etmeden oturdum. Mücadele etmekten, kendimi saklamaktan, maske takmaktan yorulmuştum. Melis hala uslanmamış bir çocuk gibi odayı gözleriyle tarıyor, ilgisini çekecek, onu ayakta tutacak bir şeyler arıyordu. Kanepenin yan tarafındaki kırmızı renkteki kutuya gözü takıldı. En bulmasını istemediğim şeyi bulmuştu. Komşu eve misafirliğe gelen her çocuk gibi saklanan çoğu nesneyi bulma yeteneğine sahipti. Kutuyu durduğu yerden sürükleyerek aldı, kucağının üzerine koydu.
“Bunlar ne?” dedi kutunun kapağını açıp içerisinden çıkan birbirlerine zımbalanmış kağıt yığınlarını çıkararak.
“Yazdığım öyküler.” dedim “Bilgisayara geçirmeden önce ilk yazdığım hallerini hep saklarım.”
“Son haliyle ilk hali arasındaki farkı görmek için mi?”
“Bilmem, belki.”
“Eminim çok değişiyordur.” dedi. Şimdi de Melis en cevval edebiyatçılardan biri olup çıkmıştı.
“Yazdığım şeyi tekrar okumam. Sadece elindeki müsvedde kâğıtlarından bilgisayara geçirirken okuyorum.”
“Bir nedeni var mı?”
“Öykülerdeki ben ile gerçek ben arasında büyük bir fark olduğunu düşünüyorum. Bir yabancının yazdığı bir karalamayı okuyor gibi hissediyorum.”
Melis, uzun elleriyle kutuyu karıştırdı, alt üst etti. “Kadınlarla ilgili mi yazıyorsun peki?”
“Ucu hayata değen şeylerle ilgili yazıyorum.” dedim. Melis gözlerini kâğıtlara dikmiş bir şekilde benim söylediklerimi başıyla onaylıyordu. Melis, üç ayaklı taburenin anıları başlıklı öyküyü gösterdi; “Bunu alıyorum.” dedi ardından çantasını açıp kâğıdı ikiye katlayarak içerisine attı. İtiraz etmemi bile beklemedi. Mizacında düşünme ve eyleme geçme arasında ufak bir es vermeye yer yoktu. Elindeki kupayı koyu kahverengi sehpanın üzerine bıraktı, ağzını sıkıca kapattı ve olduğu yerden irkilerek kalkmaya çalıştı. Tam ne oldu diyordum ki mide özsuyuna nüfus eden etil alkol molekülleri sarı bir karışım halinde ağzından aşağı, kutunun içerisine aktı. Hikayelerin üzerine kusmuştu. Hayatımdaki kadınlar ile ilgili yazdığım bütün hikayelerin ilk hali bir kusmuk tabakası ile kaplanmıştı. Geçmişe sıvamanın somut hali karşımdaydı. Üzülmüş müydüm? Canım yanmış mıydı? Hiç bir şey hissetmiyordum. Melis’in sorusuna “bilmem” diyerek yalan söylemiştim. Hikâyeleri bir daha elime almayışımın sebebi kafamdaki paranoyak duyguların tekrar günışığına çıkmasını engellemek içindi. Hayatın kendisi paranoyak bir aktiviteydi aslında. Biriyle tanışıp, onunla günler, haftalar ve aylar geçirdikten sonra geriye baktığında gördüğün manzara mukayese kabul edemeyecek kadar farklı oluyordu. Mahallede top oynarken kendini oyuna kaptırıp, üstünü başını kirletip, gündüzün geceye döndüğünü fark etmeyen sokak çocuklarıydık. Gerçekten insanları tanıyabiliyor muyduk? Belki de yazdığım yazılar hayatımdaki kadınların benim kafamdaki ile gerçek hayattaki halleri arasındaki farkı işaret eden belirteç kâğıtlarıydı. Limon suyu damlatılınca kırmızıya dönen mavi turnusol kâğıtlarına yazılmıştı sanki bütün bu öyküler. Melis belki de korkularımın üzerini örtmüştü. Bu yüzden Melis’e öykülerimin çoğunun üzerine kusup okunmaz hale getirdiği için kızgın değildim.
“Özür dilerim.” dedi. “Çok özür dilerim.”
“Önemli değil, senden daha kıymetli değiller. Gel banyoya gidelim, yüzünü yıkayalım.” dedim. Elinden tuttum ve banyoya girdik. Yüzüne soğuk su çarptı. Bir kere daha, bir kere daha… “Sen geç içeri ben geliyorum.” 
“Bir şeye ihtiyacın olursa seslenmen yeterli.”.
Banyodan yalnızca musluktan akan suyun şırıltısı geliyor, başka hiçbir ses anahtar deliğinden dışarıya kaçmıyordu. Odaya gidip Melis’in üzerine giyebileceği temiz bir şeyler aramaya başladım. Eski kız arkadaşlarımdan kalan eşofman altlarından ve bluzlerinden temiz görünenleri seçtim ve yatağın üzerine bıraktım. Biraz sonra Melis ayaklarını parkenin üzerinde sürüye sürüye odama geldi. Tavanda parıldayan Kız Kuleli avizenin ışığı gözünü almıştı, su baskını sonrası yuvasından kaçan bir köstebek gibi gözlerini kıstı.
“Şu ışığı kapatır mısın?”
“Olur, önce şunları giy.” dedim biraz önceki olaydan dolayı batan üstüne başına bakarken. Duvardaki anahtara basıp ışığı kapattım, başucumdaki metal rengindeki masa lambasını açtım. Sıcak sarı ışık yatağın üzerindeki battaniyenin rengini tamamlayacak şekilde odanın her bir tarafını sardı.
Bu sefer sözüme itiraz etmeden dediğimi yaptı. Salona geçip biraz önceki ufak çaplı felaketin izlerini yok etmeye koyuldum. Kutuyu öylece balkona çıkardım. Atıp atmamak konusunda kararsızdım. Oyumu çekimserlikten yana kullanarak kutuyu odayı kokutmaması için balkona bıraktım. Melis içeriden seslenerek; “Gelebilirsin.”dedi. Odaya girdiğimde gözlerinin altı şişmiş, rimelleri hafif akmış buna rağmen çekiciliğinden bir şey kaybetmemiş bir kadın vardı. Uykuyla-sızma arasındaki o ince çizgide gidip geliyordu. Elimden tuttu, beni yatağımın üzerine oturttu ve ardından yatağa uzanarak başını dizime yasladı.
“Birşeyler anlatsana bana.” dedi.
“Ne anlatmamı istersin?”
“Bilmem. Daha önce kimsenin bana anlatmadığı bir şeyler olsun.” dedi gözlerini hafifçe kapayarak. Ayaklarını karnının içine doğru çekti. Yavaş ve sakin bir şekilde nefes alıp vermeye başladı.
“Yüzyıllardır belki de hakkında en çok teori üretilen konulardan biri zamandır. Eski Mısır rahiplerine göre zaman enerjinin evren içindeki yolculuğunun adıdır. Enerjinin dönüşüm süreci der bazı rahipler, bu yüzden zaman sonsuz olan Tanrı’yı simgeler. Bazı Budist rahipler ise zamanı suya benzetirler. Nasıl suyun üzerine düşen yansımanı yakalayamazsan zamanı da öyle yakalayamazsın işte. Ya önündedir zaman ya da arkanda. Durgun bir suyu gözünde canlandırmanı istiyorum şimdi Melis.”
“Canlandırıyorum.” dedi kısık bir sesle.
“Hareketsiz gibi gözükse de su kendi içerisinde dalgalanıp durur.  Hep hareket halindedir ve ne yaparsan yap, suyun hareketini asla durduramazsın. Bu yüzden biraz önce mevzu bahsi geçen Budist rahibe göre su, zamanın bu evrendeki yansımasıdır.”
            “Bu yüzden mi insan sabah uyandığında yüzünü yıkar? Zamanın varlığını kendine hatırlamak için?”
“Belki de unutmak için.”.
Melis ayaklarını içeriye doğru çekti. Yatağın ucundaki battaniyeyi aldım, Melis’in üzerine usulca örttüm. Dizimi hafifçe kaldırıp yerine kaz tüyü yastığı koydum. Ayağa kalktığımda uykunun çekim alanına girmiş bir sesle; “Gitme.” dedi.
Gitmedim, oturdum yanı başına. Elini elimin üzerine koydu. “Anlatmaya devam et.” dedi.
“Bilinenin aksine gece yarısı dedikleri zaman dilimi saatlerin on ikiyi gösterdiği an değil, insanın başını yastığa koyabildiği andır. Bir kere gece yarısı oldu mu insan kendinden kaçamaz. Bir karabasan veyahut gece yarısı acı acı çalan bir telefon sesi gibi insanın üzerine bütün kederiyle birlikte çöker. Herkesin içinde affedemediği birileri vardır. Derinlere gömemediğimiz yaşanmışlıklar el sallar uzaklardan. Ben onlara mezarsız ölüler diyorum. İnsanın kalbindeki terk edilmiş evlerde uyurlar. Mezarsız ölüler gece yarısı olduğunda bir nebzede olsa huzur bulabilmek için unutuluştan yapılan tabutlarını ararlar. Hangi mezarsız ölü tabutunu bulabilmiş derseniz bilemem. Benim bildiğim tabutu olan tek ölünün adının masumiyet olduğudur”. Ben susunca Melis elimi daha sıkı tutmaya başladı. Sessizce ağlıyordu. “Neden ağlıyorsun?” diye sormak gereksizdi. Gecenin sessizliğini paylaşıyorduk. Hıçkırarak ağlamaya başladı Melis. Sıkı sıkı sarıldım Melis’e. Hıçkırıklarının yansımasını göğsümde duyunca daha şiddetli ağlamaya başladı Melis.
“Her şey geçti.” dedim, aslında hiçbir şeyin geçtiği yoktu bu hayatta. O ağladı, ben sarıldım. Kollarımı açarsam onu kaybedecekmişim gibi sıkı sıkı sarıldım.
Melis için gece yarısı olmuştu. Ve hepimiz gibi Melis’in de içinde ölen birileri vardı.