11 Şubat 2015 Çarşamba

FLU- giriş bölümü



FLU 

(İlk roman denemem olan "Flu"nun giriş bölümüdür.)
GİRİŞ

“Aşk bir saatli bomba gibidir ve zamansız gelen her ölüm gibi infilak ettiği anda ruhu ve bedeni birbirlerinden kopararak binlerce parçaya ayırır. Söz konusu ruhun ölümüyse ona giden en kestirme iki yolun adı aşk ve tecavüzdür.”

Asansörün içinde, aynanın hemen yanına kırmızı asetat kalemiyle yazılmış yazıyı seslice okudu. Sesi, duvarda yazan cümlenin kelimelerine hayat verirken son bakımı on bir yıl önce bugün yapılan asansör dördüncü katta durdu. Asansörün ağır ve aksak kapısı gıcırdayarak açıldı. Işıksız koridor, asansörün içinden göz kırparak yanan tepe lambası tarafından aydınlatıldı. Sırtında taşıdığı gölgesi ışığı görünce kendini yere attı. Geçmişin can yakan hatıralarını çiğnemeden geleceğe yürüyemeyeceğini biliyordu. Bu yüzden gölgesini çiğneyerek ileriye doğru bir adım attığında içinde pişmanlık duygusundan eser yoktu. Ruhu çok uzun zaman önce ölmüş, cesedi kalbinin içindeki kapısı ardına kadar açık cenaze evlerinde çürümeye bırakılmıştı.
Elinde olsa, Karanfil sokağın girişindeki yedi numaralı apartmanın dördüncü katındaki Ardıç kafeye bir daha gelmezdi. Ama her şeyin bittiği ve aynı zamanda her şeyin tekrar başladığı yer burasıydı. Bir cevap bulacaksa burada bulacak, kendi hikâyesine bir son yazacaksa burada yazacaktı. Kafenin içine girdiğinde onu kızıl saçlı, mürdüm rengi fular takan garson kızdan önce fesleğen ile karışık eski kitap kokusu karşıladı. Pencere kenarında, herkesten uzakta bir masaya geçti, deri montunu çıkararak yanındaki sandalyenin sırtına astı. Kafede pek kimse yoktu. Yan masada sırtı ona doğru dönük oturan deri ceketli, kendisiyle aynı boylarda biri vardı. Garson kız ile konuşuyordu. Arkadan duruşu çok iyi tanıdığı birini andırıyordu, ama yüzü ona dönük olmadığı için kesin bir şey diyemiyordu. Biraz sonra elinde menü ve yalnızca on yedi yaşında bir kızın yüzünde taşıyabileceği hem buruk hem de neşe dolu bir gülümsemeyle garson kız yanına geldi.  
“Hoş geldin.” dedi gülümseyerek.
Filtre kahve ve su sipariş etti önüne bırakılan menüye bakmadan. Ay batıp, güneş doğduğunda her yeni güne ölü bir zihinle uyanan insanlardandı. Mezarsız bir ölüyü uyandırabilecek kadar sert bir kahveyle uyanabilirdi ancak.
Pencereden yansıyan gün ışığı gözüne vurduğunda saat on bire beş vardı. Gri sırt çantasını çıkarıp içinden siyah kaplı bir not defteri çıkardı, kapağını açarak aklından bir türlü çıkaramadığı üç kadının ismini not aldı; Aslı Arık, Nil Evgar ve Ekin Or. Ardı sıra yazdığı bu üç ismi bir yuvarlak içine aldı ve altına bir ok çıkararak soru işareti koydu. Soru işaretinin yanına ise Melis Arın yazdı. Ne hayatta alacaklı olduğu kadınların listesini yapıyor, ne de bir cinayeti çözmeye çalışıyordu. İlk üç isim aklındaki deli sorulara cevap verebilecek kadınların isimleriydi. Sonuncu isim ise sorunun bir bedene bürünmüş suretiydi.
“Kahvene süt alır mısın?”.
Yabancı bir ses, kendisi ve ruhu arasındaki o sonsuz mesafeyi dolduran iç sesini bastırmış, benliğini evinden alıp yabancılığını çektiği gerçekliğin çorak topraklarına atmıştı. Garson herhangi bir onay beklemeden üzerinden dumanlar çıkan kupayı masanın kenarına bıraktı ardından tepsiye yan yatırdığı şişe suyu ve bardağı bıraktı. Sorusuna cevap alamayan her insan gibi soruyu bir kez daha fakat daha vurgulu bir tonda tekrar etti; “Süt alır mısınız?”
“Sade seviyorum, teşekkürler. Şeker kullanmıyorum. Şekeri ve kaşığı da alabilirsin.” dedi kupanın içine daldırılmış kaşığı bir tur çevirip kıza uzattı. Garson kız gülümsemesinin artan sıcaklığıyla yükselen havayı peşi sıra sürükleyerek uzaklaştı.  Kahveden bir yudum alıp, ağzının içinde bir süre bekletti. Dilinin ucu kahvenin acı tadıyla buluştuğunda dil papilaları hiç vakit kaybetmeden kasılarak beynine uyarıcı salgıları yolladılar. Fısıltıya karışmış bir uğultu ile “uyanabilirsin artık” dediler. Fısıltı adını çağrıştırmışçasına kafenin duvarlarında Natacha Atlas’ın Gafsa şarkısı yankılanmaya başladı.  Natacha, Filistin kökenli bir baba ve Britanyalı bir annenin tek çocuğu olarak Filistin’de doğmuş, onbeş yaşından sonra ise ailesiyle birlikte Avrupa’ya göçmüştü. İnsan toprak gibi oradan oraya savrulsa bile köklerini tamamen koparıp atamıyordu. Arapça söylediği şarkının içine gizlenmiş o büyüleyici tını, ancak hem doğu hem de batı rüzgârını göğsünün orta yerine yemiş bir kadının dudaklarının arasından çıkabilirdi.

“Habet Riyahel Hobi fi bali,
Tahdeeni Salam el habib”[1]
Şarkının melodisi kulak zarının algılayabildiği duygusal frekans aralığını zorlarken, gönül tellerinin zayıf telleri aynı frekansta titremeye başladı. İçtenliği içine sindirmiş bir şarkı zamandan ve mekândan bağımsız olarak insanın gözlerini doldurup, ağlatmaya ramak kala bitiyor olmalıydı. Kahve kupasının dibini gördüğünde kalbinin en derin kuyularından kasvetli düşünceler gün ışığına ulaşmıştı. Sandalyenin yan tarafına bıraktığı çantasını açtı, içerisinden kapalı A4 boyutundaki zarftın ağzını yırtarak içindeki bir tomar kâğıdı masanın üzerine koydu. Bir daha okumamaya yemin ettiği geçmişin izini omuzlarında taşıyan hikâyelerdi bunlar. Önünde duran üç hikâyenin üzerinde üç farklı isim vardı; Aslı Arık, Nil Evgar ve Ekin Or.  Hayatına girmiş üç kadına adanmış üç farklı hikaye. Her hikâyenin üzerine el yazısıyla alınmış notlar, altı çizilmiş cümleler ve yer yer kabarmış sayfalar…  İlişkilerin fotoğrafları yoktur, olamaz. Olsa olsa ancak hikâyeleri olabilir demişti kendi kendine Özgün. Bu yüzden hem aklına, hem kalbine hem de hayatına girebilen kadınların bir parçasını hikâyelerinde yaşatmaya yemin etmişti. Hayatta her şey çürüyüp gidiyordu. Paranın satın alabileceği her şey çürüyüp gidiyordu. Para bile çürüyüp gidiyordu. İnsan bedeni, kalbi, ruhu, hafızası… Bir kere toprak altına girip, gözden ırak olduğu sürece her şey çürüyüp gidiyordu. Evrende her şey azalarak kayboluyordu. Kuyruklu yıldızların ışığı bile karanlığın içinde siyah bir nokta oluncaya kadar yavaş yavaş sönüyordu.  Hiç bir şey birden bire buharlaşıp yok olmuyordu.
“İşin aslı insanın kalbinde çürüyüp gitmeyen iki şey vardır.” demişti tam karşısında oturan iç sesi, kocaman ağzını yaya yaya konuşarak. “Ne sevgi ne de nefret çürüyüp gitmez. Biri birine dönüşür, hayatta kalır. Birini çok sevmeden ondan nefret edemezsin.”
“Nefret etmeden sevemezsin.” dedi Özgün, iç sesinin yarım kalan cümlesini tamamlayarak.
“Siyahı tanımlarken beyazı kullanırsın, iyiyi tanımlarken kötüyü, karanlığı anlatırken ışığı kapatır, perdeleri örtersin.” diye fısıldadı karşı sandalyede oturan hayali adam.


Beyninin içinde art arda patlayan bombalar vardı. Her şey birbirine girmişti. Yere düşüp binlerce parçaya ayrılan kristal bir bardak gibiydi zihni. Zihninde bitip tükenmeyen, onu içten içe kemiren bir acı vardı. Tam sağ kulağının dibinde bir havan topu patlamış gibi büyük bir uğultuya açılıyordu bütün sesler. Kurşunlara koşarken mayına basıp bacağını kaybeden bir askerdi kalbi. Hissizleşmiş, bir şok durumuna girmişti. Bacağının koptuğu yerden oluk oluk akan kana bakıp hiç acı duymuyor olmamın şokuydu bu. Zihni kapılarını kilitlemiş, biraz sonra bütün benliğini kaplayacak acı dalgasına hazırlanmaya çalışıyordu. Ellerindeki hikâyelere tekrar baktı. Hayatının ve cümlelerinin içinde anlamı kadar şüphesiz kelimeler vardı.
Hikâyelerindeki kadınlar koyu kumral saçların altında parıldayan iki ela yarım kürenin aydınlattığı birbirinden farklı ve detaylı güzel yüz hatlarına sahiptiler. Her güzel kadın gibi bencil, her âşık kadın gibi yarını sorgulamayacak kadar tutkuluydular. Birbirlerinden farklı huyları olsa da onları bir araya getiren bu üç öykü ve Özgün’ün geçmişiydi.
Gelecekten gelen Melis Arın ile tanıştığı o geceyi ve uykusuz geçen bir gecenin ardından sabah Melis gitmeden hemen önce boynuna sarılırken söylediklerini hatırladı; “Hikâyelerindeki bu kadın kim?”
Boynuna tutku dolu bir öpücük kondurduktan sonra konuşmaya devam etmişti fısıltının gizemli örtüsüne sarılarak; “Her birini başka bir kadın için yazdığını söylüyorsun ama onların hepsi aynı kadın. Bunu ancak bir başka kadın söyleyebilir. ”dedi.
O gün Melis’in ona hediye ettiği bu sorunun ayaklarına dolanan prangalarını hissederek soluk alıp vermeye başlamıştı. Ne yapması gerektiğini biliyordu. Ne yapması gerektiğini bilen her insan gibi bir süre duraklamış, hayatı ertelemiş, yapılması gereken işleri doğmamış günün şafağına öteleyip durmuştu. Ama bir sabah uyandığında artık kafasında bu soruyla daha fazla yaşayamayacağını anlamış ve yola koyulmuştu. Her yol beton ve asfalt kaplı değildir ve insan her yolda kafasının estiği gibi yürüyüp gidemez. Bazen doğru zamanı beklemek gerekir. Sur borusunun üflenmesini, bir nefesin alınıp verilmesi beklenilir. İnsanın geçmişin zikzaklı yollarında bata çıka geriye doğru yürümesi, arkasında bıraktığı yıldız tozlarını toplamalıdır.
Özgün geçmişine doğru uzun bir yolculuğa çıkmış, hikâyelerin kahramanı üç kadınla yüzleşmeye karar vermişti. Her birine soracağı cevapsız soruları vardı. Hikâyelerindeki kadın hangisiydi? Aslı mı Nil mi yoksa Ekin mi? Yoksa aslında var olmayan bir kadın hakkında mı hikâyeler yazıyordu. Zaman geçip hikâye karakterlerine daha tarafsız bir gözle bakabileceği, duygularından arındırılmış bir pencereye ihtiyacı vardı. Geçen aylar ve günler, bu pencerenin çerçevelerini oluşturmuş, Melis ise sorusuyla çerçevenin son çivisini çakmıştı.
Şimdiye kadar Nil ve Ekin ile görüşmüş, sorularına kısmi bir cevap bulabilmişti ama çemberin son halkasını Aslı Arın kapatacaktı. Bu yolculuğa son verebilecek tek kişi oydu. Bu yüzden kafenin içerisine yıllardır görmediği Aslı Arın girdiğinde içini kaplayan panik duygusunu bastırmaya ihtiyaç duymadı. Derin bir nefes aldı. Aklından son ve en büyük soruyu geçirdi;
“Egolardan arındırılmış bir sevgi var mıydı?”



[1] The breeze of romance started blowing in my mind/ Present me with the peace of my sweetheart.