19 Eylül 2011 Pazartesi

DÖRT

                                                         



I

Kişi kendisi ile ilgili hatırladığı ilk hatırasında kaç yaşındaysa, yaşamının oradan itibaren “gerçekten” başladığı söylenebilir. Herkesin beynine kazınan ilk anının zaman dilimi farklıdır. Zaman herkesin üzerinden farklı akar. Nehir kıyısına dizilen taşların arasından akan bir su gibidir. Akışkan ve bükülemez.
Bizi gerçek yapan yaşadıklarımız. Geçmişi zihnimize hapseden kelime ; hatırlamak.  

Kendimle ilgili hatırladığım ilk anım dört yaşında olduğum. Bu yüzden hep dört yaşında doğmuş gibi hissederim. 

Dört yaş kişisel tarihimin başlama zamanıdır.Siz yazacaklarıma “B”’nin kişisel kayıtları diyebilirsiniz ama sadece biri   “Ö”’nün kişisel kayıtları diyebilir.

Dört yaşındayım.
Bir arabanın içindeyim. Yanımda başkası var mı hatırlamıyorum. Canım sıkılıyor. Cama burnumu dayıyorum.  Bulutlara bakıyorum, tepemizdeki beyaz pamuk şekerleri ardımız sıra geliyor. Biraz  ilerideki tepenin ardında gri yağmur bulutları toplanmış. Dışarıda kocaman bir dünya var.  Bense küçücüğüm. 
Yağmur atıştırıyor hafiften.

“Nisan yağmuru” diyor bir ses. “Bir yağar, bir durur.”. 

Bahar kokuyor dünya.  Küçük ömrümde gerçekten duyumsadığımı hatırladığım ilk koku nisan yağmuru.
Tepenin ardındaki şehre de yağmur yağıyor. Yağmur bulutu olmanın çok eğlenceli olabileceğini düşünüyorum.  Sonu görünmeyen ufuk çizgisine gidebilirim diyorum içimden,  gökyüzünden su damlası olarak atlıyorum yağmurmuşçasına. 
Büyüyünce yağmur bulutu olmaya karar veriyorum.
Hemen büyümek için uyuyorum.
Uyandığımda hala dört yaşında bir bacaksızım.  Gece olmuş. Etraf karanlık. Dışarıda pürüzsüz bir gecenin etrafına saçılmış ışıklar var.
“Yıldızlara bak” diyor kime ait olduğunu hatırlayamadığım bir ses. Küçük kafamı ileri doğru uzatıp bakıyorum siyah perdede açılmış ufak deliklere. 
Sonra ani bir ışık patlaması oluyor. İçlerinden biri  ışıklar saçarak kayıyor.  Dört yaşındaki gözlerin görebileceği şekilde tepenin ardındaki şehre düşüyor. 
“ Gecenin içinden kayıp düşen bir yıldız” diyor o ses. “Özel birinin doğumunu simgeler” .
“Özel biri mi ?”
“Evet küçüğüm”
“Okuduğun masallardaki gibi mi?”
“Evet,”
“Hadi ardından gidelim.” diyorum. Dört yaşındayım çünkü.
“Bak şöyle yapalım küçüğüm.  Şimdi yat, uyu, büyü çabucak.  Büyüyünce söz gider bulursun yıldızını.”diyor usulca akan ses.
“ Şimdi istiyorum onu”. Sabırsız biriyim.
“Herşey istediğin zaman olmaz. Büyümen lazım.”
“Beni beklemez” diyorum “büyümemi beklemez.”. Küfür etmek istiyorum ama sadece dört yaşındayım ve “kaka”dan başka  küfür bilmiyorum. Hoş o da küfür sayılırsa.
“Bak ellerin küçücük.” diyor o ses, “Bulsan bile nasıl tutacağını bilemezsin. Düşüp kırarsın.”
Haklı. Küçüğüm, tecrübesizim ve yeterince cesur değilim. Işıklar kapalıyken uyuyamam.  Bazı geceler yatağımın altına saklanırım. Ama maruz görün dört yaşındayım.
“Bekle beni” diyorum ellerimi hafif buğulu cama dayayarak. “Senin için geleceğim.”
Uyuyorum.
Rüyamda tepelerin ardındaki şehrin üzerinde gezen bir bulutum. Yere düşerken yıldız içimden geçiyor. Yüzünü görüyorum yıldızın. Ellerimi uzatıyorum ama küçücükler. Tutamıyorum. Ardında kokusu ve renklerini bırakarak  yıldız şehre düşüyor..
Uyuyorum ve uyanıyorum.
Günler böylece geçiyor.  Birbirinin aynı. Resmin içindeki detaylar değişiyor sadece. Ben aynıyım.
Dört yaşında.
Büyüyorum ama sonra.
Yıldızımı aramaya karar veriyorum.
Onu bulduğumda ilk anımı ona anlatacağım.
Dört yaşındaki beni.
Sırf çok sabırsızsın  demesin diye.

                                               II

“Geride her şeyi bırakıp gitmek mi daha zordur
Yoksa her şeyi geride bıraktığında, geride bırakılacak bir şeye sahip olmak için tekrar çabalamak mı?”

“E” kendisine zor sorular sormayı severdi. Ama aynı şekilde cevap vermeyi pek sevmezdi. Siz bilmezdiniz onu.  Kimse bilmezdi. 
Dayanılamayacak gibiydi bazı şeyler.  Dayanması lazımdı.  O yüzden kendi kendine tekrar ediyordu : “Arkamda ellerimden kayıp giden bir yağmuru bıraktımda geldim.” diye. İşin gerçeği kalbi hala oradaydı. Buradayken ise kalbi sadece  bedeni içinde dakikada altmış kere atıyor numarası yapıyordu.

Alışmak zamanın bir alt kümesidir. E bunu bilir, bildiğini de bilir, ama nedense bilmiyor gibi davranır. “E” istisnaları bozmaz gibi gözükür ama kendisi bir istisnadır.  Herkes bilmez.

“E” şehrin sokaklarında yürümeye koyuldu. Kulağında müzik çaları ağır aksak bir melodiyi tekrarlıyordu. Islık ile eşlik etmek istedi ama yapamadı. 
Bir sokaktan diğerine yürüdü. Sokaklar birbirine açılıyordu. Biri diğerine, öteki diğerlerine. Bazen bir sokaktan diğerine dönecekken, veya yolun sonundaki tepeyi  aşarken, yolun sonunun hep bir denize çıkacağı hissine kapılıyordu.
Tıpkı arkasında bıraktığı şehirde olduğu gibi.
Ama burada deniz yoktu.
Kıyıya vurmuş bir şehirdi Ankara.
Sokakların sonu denize çıkmadıkça E’nin içini kanatan cinsten bir hüzün kaplıyordu. Tanıdık bir koku arıyordu. O, bazı zamanlarda kötü kokan denizinin  kokusunu özlüyordu.

E kokuları çok önemser, ama umrunda değilmiş gibi davranır, sırf kalp ağrıları tekrar geri gelmesin diye. E sizi çok umursar, ama çok umursadığı için umursamıyormuş gibi davranır. Bilmezsiniz siz hiç, bilemezsiniz…

Buraya geldiği için pişman değildi.
 Büyümesi gerekiyordu.
Sadece uyuyarak büyüyemezdi.
Bazı şeyleri tek başına başarmalıydı. Yaşamın özünü oluşturanda buydu.
E’nin aklından bu ve buna benzer binlerce ses geçerken, Karanfil sokağın sonuna vardığını fark etti. Hava sıcaktı.
Kavurucu bir sıcaktı. Sıcak yaz rüzgarı etrafında dolanarak nefes almasını zorlaştırıyordu.
Karanfil sokağın sonundan adını asla hatırlamayacağı diğer sokağa doğru döndü. İlerideki okulun önündeki bankların birine oturup, çantasından suyunu çıkardı. İçilmeyecek kadar sıcaktı su, ama ağzını ıslatmak için ufak bir yudum aldı. Şişeyi tekrar çantasına koydu.
“Ankaraya yeni mi geldin ela gözlü güzel kızım?” diye sordu esmer tenli ,kırklarındaki kadın.  Bakımsız olmasına rağmen pekala güzel sayılabilirdi.
Başını evet anlamında iki kere öne doğru salladı E.  Alışılagelmiş film sahnelerinden birinin içinde gibiydi. Ama tek fark, kendisini film yıldızı gibi hissetmiyor oluşuydu. O sadece bir figürandı.
“Bugün şanslı günündesin.”dedi kadın. “Falına bakacağım.”
“Hiç gerek yok. Çok teşekkürler.”
“Senden para isteyeceğim yok. Kişisel alma bak.” dedi kadın. “Falcıyım ben. Parayla fal bakarım. Ama her gün bir kişiye parasız fal bakarım. Benim dünyaya geri ödeme tarzım bu. Vicdani rahatlama diyelim. Modern zaman azizesiyim ben.”
“O zaman peki” dedi E fallara gerçekten inanıp inanmadığını kendisine sorarken.
Kadın çantasından ufacık dar ağızlı altın renkli bir şişe çıkardı. Önce hafifçe çalkaladı, sonra ağzını usulca açtı. Etrafa bir yasemin kokusu yayıldı. E içine çekti yasemin kokusunu, rahatlatıcıydı.
 “Elini uzat bakalım” dedi kadın. E ince ve şekilli parmaklarını açarak sağ elini uzattı. Kadın şişenin  açık ağzından koyu renkte bir sıvıyı E’nin avucunun içine döktü. Sıvı yağ gibiydi,ama oldukça hoş kokuyordu. Avuç içine dökülen yağ E’nin elinin kıvrımları içine doğru yayılmaya başladı. Kıvrımlar, bir sürüydüler. Yağ hepsinin değil fakat bazılarının içinden geçerek yayılıyordu.
“Yağın kıvrımlarında yayılmasına izin ver” dedi kadın “ mücadele etme”
“Peki” dedi E, koyu renkli yasemin yağı vücudunu rahatlatırken.
“Bu  eski mezapotamyada yaşayan falcıların fal bakma şeklidir. Böyle fal bakmayı bana annem öğretti, ona da annesi öğretmiş, ona da ailenin eskileri.”
“Bilmiyordum. İlk kez karşılaşıyorum.” dedi E.
“Bugün şanslı günün olduğunu söylemiştim.” dedi kadın gülümseyerek, sonra E’nin sağ elini hafifçe kendine doğru çekti.
“Ah kızım. Çok kararsızsın sen. Hem de her konuda. Karar verip bu şehre gelmen bile büyük bir mucize” dedi kadın . Son cümlesini biraz abartılı bir ses tonunda söylemişti.
“Çok çabuk kanma insanlara bu kadar. Akıllı ve zekisin. Ama insanların her söylediklerine inanıyorsun. Biri de canını fena halde yakmış sırf bu yüzden. “
“Hmm” dedi E. Bir tahmin doğru çıktığında hep böyle yapardı.
“Bu şehri sevmiyorsun. Fırsatın oldukça kaçıp memleketine dönüyorsun. Ama merak etme. Çok yakında Ankarayı  seveceksin.”
“Aa nasıl olacakmış o ?”
“Bak şurada kayan bir yıldız var görüyor musun?” dedi beş kıvrımın birleştiği bir noktada koyu yağın oluşturduğu şekli göstererek. Daha sonra baş parmağı ile yıldızı diğer şekle bağlayan kıvrımı takip ederek : “Burada da kayan yıldızı tutmaya çalışan biri var.”
“ Görüyorum” dedi E.
“Kayan yıldız sensin, senin doğumunu simgeliyor.”
“Ama  ya çok uzağına düştüysem ?”
“Eninde sonunda seni bulacak. Sen onun yanına uzanacaksın ve hikayeni anlatacaksın, o da dinleyecek.”
“Hikaye anlatmayı sevmiyorum” dedi E.
“Merak etme birtanem.  Senin hikayeni o sana anlatacak.”
“Peki” dedi E.
“ Babil kulesi efsanesini bilir misin ?” diye sordu kadın.
“Hayır duymadım hiç .”
“Babilliler günün birinde tanrılara ulaşacak kadar büyük bir kule inşa etmek isterler. Efsaneye göre tanrı kendisine ulaşmaya çalışan insanların kendini beğenmişliğine kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller.”
“ Hiç bilmiyordum” der E.
“Bak şu kıvrımın ortasındaki sensin ve etrafın uzun kule benzeri  yapılarla çevrelenmiş.”
“E”   efsanenin kendi falına dokunan kısmını anlamıştı. Haklıydı kadın. İnsanlar kendi babil kulelerini inşa etmeye çalışıyorlardı. Herşey birdi, bir ise her şey. Modern yaşam insanlara bu temel prensibi unutturmuştu. Aynı dili konuşan ama iki kelam edemeyen insanlar vardı etrafında. Kimse kimseyi anlamıyordu. Herkesin bir masalı vardı, ama kimsenin başkasının masalını dinlemeye vakti yoktu.
“Şimdi avuç içini kapat.” dedi kadın.
E avuç içini yavaşça ve dikkatlice kapadı.
Şimdi açabilirsin dedi kadın. E’nin elindeki yağ kaybolmuştu. Güzel parmakları eskisi gibi gün ışığının altında parıldıyordu.
“Nasıl yaptın bunu?” diye sordu E.
“Ee masallarda nasıl ve neden soruları sorulmaz.” dedi kadın E’nin yanından kalkarken.
“Bu arada son bir tavsiye, Nisan yağmurunda ıslanma sakın.”
“Teşekkür ederim.” dedi E işler oldukça ilginç bir hal alırken.
E kadınının arkasından, sureti sokağın ucunda küçük  bir nokta oluncaya kadar bakadurdu.
Sokaktan onlarca  insan geçiyordu. Kırmızı şapkalı koyu kumral küçük bir kız babasının elinden çekiştiriyordu.
“Baba hani alacaktık bugün. Ben penguen istiyorum”
“Nerede bakacağız peki penguene?” diye sordu babası.
“Buzdolabına koysak olmaz mı ki?” dedi bilmiş bilmiş.
“Penguenlerin buzdolabında yaşayamayacağını bilecek kadar büyümüş olmalısın ama.” dedi babası.
Haklıydı.
E’de penguenlerin buzdolabında yaşayamayacağını bilecek kadar büyümüştü.
E oturduğu yerden akşamüstü serinliğine doğru çekilirken kendisini daha iyi hissetti.
Penguenler buzdolabında yaşamazlardı.

III
Her uykunun bir uyanışı vardır.  Sorun uyanmak değil, uyku sersemliğini kısa sürede atlatabilmektir. Dört yaşında daldığım bir uykuyu hatırlıyorum. Uyandığımı biliyorum. Ama hala uyku sersemiyim. 
Hadi diyorum bir kupa dolusu sert kahve daha…
Biri diğerini takip ediyor.
Nikotin bantları mı kullansam acaba diyorum.
Bağımlılığın masum bir yanı yok.
Belki de tek masum yanı aşık olmak.
Bağımlı olmaktan nefret ediyorum.
Dört yaşımda doğuyorum ben. Diğerlerinden farklıyım. Yokluktan varoluyorum. Dört yaşımdan önceki günlerim kayıp.
Gerçekten yağmur bulutu olamayacağımı anladığım zaman diyorum, tamam büyüdün artık  diye. Sonra diktatör olmaya karar veriyorum büyüyünce. Ama bunun için yeterince kararlı değilim. Filozof olmaya karar veriyorum, ama biri fısıldıyor kulağıma “Filozofların devri bitti.” diye. Nietzsche’nin kendi kendine konuşarak öldüğü bir dünyada yaşadığımı hatırlıyorum sonra. Kendi kendime konuşarak ölmek istemiyorum.
Yazar olmaya karar veriyorum hala gerçekten yazabilen birkaç yazar varken. Elimi çabuk tutmalıyım.
Sonra E ile tanışıyorum.
Siz E’yi tanımazsınız.
E arada size bakıp gülümser kocaman kocaman.
E’nin gülümsemesini bilmezsiniz. Görmüşsünüzdür belki ama gerçekten bakmamışsınızdır. O gülümsediğinde dudaklarının ucu parıldar.
Uyku sersemliğinden kurtuluyorum sonra.
E yokken hayat içi boş bir kahve kupası gibi…
Uykumdan uyanıyorum. Uyuyup büyümüşüm meğerse.
Kalan kahvemden son yudumu alıp, dışarıya çıkıyorum.
Siz beklemeseniz bile E beni bekler.
E’ye ilk anımı anlatmalıyım. Dört yaşındaki beni.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder