FLU
(İlk roman denemem olan "Flu"nun giriş bölümüdür.)
GİRİŞ
“Aşk bir saatli bomba
gibidir ve zamansız gelen her ölüm gibi infilak ettiği anda ruhu ve bedeni birbirlerinden
kopararak binlerce parçaya ayırır. Söz konusu ruhun ölümüyse ona giden en
kestirme iki yolun adı aşk ve tecavüzdür.”
Asansörün içinde,
aynanın hemen yanına kırmızı asetat kalemiyle yazılmış yazıyı seslice okudu.
Sesi, duvarda yazan cümlenin kelimelerine hayat verirken son bakımı on bir yıl
önce bugün yapılan asansör dördüncü katta durdu. Asansörün ağır ve aksak kapısı
gıcırdayarak açıldı. Işıksız koridor, asansörün içinden göz kırparak yanan tepe
lambası tarafından aydınlatıldı. Sırtında taşıdığı gölgesi ışığı görünce
kendini yere attı. Geçmişin can yakan hatıralarını çiğnemeden geleceğe
yürüyemeyeceğini biliyordu. Bu yüzden gölgesini çiğneyerek ileriye doğru bir
adım attığında içinde pişmanlık duygusundan eser yoktu. Ruhu çok uzun zaman
önce ölmüş, cesedi kalbinin içindeki kapısı ardına kadar açık cenaze evlerinde
çürümeye bırakılmıştı.
Elinde olsa, Karanfil
sokağın girişindeki yedi numaralı apartmanın dördüncü katındaki Ardıç kafeye
bir daha gelmezdi. Ama her şeyin bittiği ve aynı zamanda her şeyin tekrar
başladığı yer burasıydı. Bir cevap bulacaksa burada bulacak, kendi hikâyesine
bir son yazacaksa burada yazacaktı. Kafenin içine girdiğinde onu kızıl saçlı,
mürdüm rengi fular takan garson kızdan önce fesleğen ile karışık eski kitap
kokusu karşıladı. Pencere kenarında, herkesten uzakta bir masaya geçti, deri
montunu çıkararak yanındaki sandalyenin sırtına astı. Kafede pek kimse yoktu. Yan
masada sırtı ona doğru dönük oturan deri ceketli, kendisiyle aynı boylarda biri
vardı. Garson kız ile konuşuyordu. Arkadan duruşu çok iyi tanıdığı birini
andırıyordu, ama yüzü ona dönük olmadığı için kesin bir şey diyemiyordu. Biraz
sonra elinde menü ve yalnızca on yedi yaşında bir kızın yüzünde taşıyabileceği
hem buruk hem de neşe dolu bir gülümsemeyle garson kız yanına geldi.
“Hoş geldin.” dedi gülümseyerek.
Filtre kahve ve su sipariş etti önüne
bırakılan menüye bakmadan. Ay batıp, güneş doğduğunda her yeni güne ölü bir
zihinle uyanan insanlardandı. Mezarsız bir ölüyü uyandırabilecek kadar sert bir
kahveyle uyanabilirdi ancak.
Pencereden yansıyan gün ışığı gözüne
vurduğunda saat on bire beş vardı. Gri sırt çantasını çıkarıp içinden siyah
kaplı bir not defteri çıkardı, kapağını açarak aklından bir türlü çıkaramadığı
üç kadının ismini not aldı; Aslı Arık, Nil Evgar ve Ekin Or. Ardı sıra
yazdığı bu üç ismi bir yuvarlak içine aldı ve altına bir ok çıkararak soru
işareti koydu. Soru işaretinin yanına ise Melis Arın yazdı. Ne hayatta alacaklı
olduğu kadınların listesini yapıyor, ne de bir cinayeti çözmeye çalışıyordu. İlk
üç isim aklındaki deli sorulara cevap verebilecek kadınların isimleriydi. Sonuncu
isim ise sorunun bir bedene bürünmüş suretiydi.
“Kahvene süt alır mısın?”.
Yabancı bir ses, kendisi ve ruhu
arasındaki o sonsuz mesafeyi dolduran iç sesini bastırmış, benliğini evinden
alıp yabancılığını çektiği gerçekliğin çorak topraklarına atmıştı. Garson
herhangi bir onay beklemeden üzerinden dumanlar çıkan kupayı masanın kenarına
bıraktı ardından tepsiye yan yatırdığı şişe suyu ve bardağı bıraktı. Sorusuna
cevap alamayan her insan gibi soruyu bir kez daha fakat daha vurgulu bir tonda
tekrar etti; “Süt alır mısınız?”
“Sade seviyorum, teşekkürler. Şeker
kullanmıyorum. Şekeri ve kaşığı da alabilirsin.” dedi kupanın içine daldırılmış
kaşığı bir tur çevirip kıza uzattı. Garson kız gülümsemesinin artan sıcaklığıyla
yükselen havayı peşi sıra sürükleyerek uzaklaştı. Kahveden bir yudum alıp, ağzının içinde bir
süre bekletti. Dilinin ucu kahvenin acı tadıyla buluştuğunda dil papilaları hiç
vakit kaybetmeden kasılarak beynine uyarıcı salgıları yolladılar. Fısıltıya karışmış
bir uğultu ile “uyanabilirsin artık” dediler. Fısıltı adını çağrıştırmışçasına
kafenin duvarlarında Natacha Atlas’ın Gafsa şarkısı yankılanmaya başladı. Natacha, Filistin kökenli bir baba ve
Britanyalı bir annenin tek çocuğu olarak Filistin’de doğmuş, onbeş yaşından
sonra ise ailesiyle birlikte Avrupa’ya göçmüştü. İnsan toprak gibi oradan oraya
savrulsa bile köklerini tamamen koparıp atamıyordu. Arapça söylediği şarkının
içine gizlenmiş o büyüleyici tını, ancak hem doğu hem de batı rüzgârını
göğsünün orta yerine yemiş bir kadının dudaklarının arasından çıkabilirdi.
“Habet Riyahel Hobi fi bali,
Tahdeeni Salam el habib”[1]
Şarkının melodisi kulak zarının
algılayabildiği duygusal frekans aralığını zorlarken, gönül tellerinin zayıf
telleri aynı frekansta titremeye başladı. İçtenliği içine sindirmiş bir şarkı
zamandan ve mekândan bağımsız olarak insanın gözlerini doldurup, ağlatmaya
ramak kala bitiyor olmalıydı. Kahve kupasının dibini gördüğünde kalbinin en
derin kuyularından kasvetli düşünceler gün ışığına ulaşmıştı. Sandalyenin yan
tarafına bıraktığı çantasını açtı, içerisinden kapalı A4 boyutundaki zarftın
ağzını yırtarak içindeki bir tomar kâğıdı masanın üzerine koydu. Bir daha
okumamaya yemin ettiği geçmişin izini omuzlarında taşıyan hikâyelerdi bunlar. Önünde
duran üç hikâyenin üzerinde üç farklı isim vardı; Aslı Arık, Nil Evgar ve Ekin
Or. Hayatına girmiş üç kadına adanmış üç
farklı hikaye. Her hikâyenin üzerine el yazısıyla alınmış notlar, altı çizilmiş
cümleler ve yer yer kabarmış sayfalar…
İlişkilerin fotoğrafları yoktur, olamaz. Olsa olsa ancak hikâyeleri
olabilir demişti kendi kendine Özgün. Bu yüzden hem aklına, hem kalbine hem de
hayatına girebilen kadınların bir parçasını hikâyelerinde yaşatmaya yemin
etmişti. Hayatta her şey çürüyüp gidiyordu. Paranın satın alabileceği her şey
çürüyüp gidiyordu. Para bile çürüyüp gidiyordu. İnsan bedeni, kalbi, ruhu,
hafızası… Bir kere toprak altına girip, gözden ırak olduğu sürece her şey
çürüyüp gidiyordu. Evrende her şey azalarak kayboluyordu. Kuyruklu yıldızların
ışığı bile karanlığın içinde siyah bir nokta oluncaya kadar yavaş yavaş
sönüyordu. Hiç bir şey birden bire buharlaşıp
yok olmuyordu.
“İşin aslı insanın kalbinde çürüyüp
gitmeyen iki şey vardır.” demişti tam karşısında oturan iç sesi, kocaman ağzını
yaya yaya konuşarak. “Ne sevgi ne de nefret çürüyüp gitmez. Biri birine
dönüşür, hayatta kalır. Birini çok sevmeden ondan nefret edemezsin.”
“Nefret etmeden sevemezsin.” dedi Özgün,
iç sesinin yarım kalan cümlesini tamamlayarak.
“Siyahı tanımlarken beyazı kullanırsın,
iyiyi tanımlarken kötüyü, karanlığı anlatırken ışığı kapatır, perdeleri
örtersin.” diye fısıldadı karşı sandalyede oturan hayali adam.
Beyninin içinde art arda patlayan
bombalar vardı. Her şey birbirine girmişti. Yere düşüp binlerce parçaya ayrılan
kristal bir bardak gibiydi zihni. Zihninde bitip tükenmeyen, onu içten içe
kemiren bir acı vardı. Tam sağ kulağının dibinde bir havan topu patlamış gibi
büyük bir uğultuya açılıyordu bütün sesler. Kurşunlara koşarken mayına basıp
bacağını kaybeden bir askerdi kalbi. Hissizleşmiş, bir şok durumuna girmişti. Bacağının
koptuğu yerden oluk oluk akan kana bakıp hiç acı duymuyor olmamın şokuydu bu. Zihni
kapılarını kilitlemiş, biraz sonra bütün benliğini kaplayacak acı dalgasına
hazırlanmaya çalışıyordu. Ellerindeki hikâyelere tekrar baktı. Hayatının ve
cümlelerinin içinde anlamı kadar şüphesiz kelimeler vardı.
Hikâyelerindeki
kadınlar koyu kumral saçların altında parıldayan iki ela yarım kürenin
aydınlattığı birbirinden farklı ve detaylı güzel yüz hatlarına sahiptiler. Her
güzel kadın gibi bencil, her âşık kadın gibi yarını sorgulamayacak kadar tutkuluydular.
Birbirlerinden farklı huyları olsa da onları bir araya getiren bu üç öykü ve
Özgün’ün geçmişiydi.
Gelecekten gelen Melis
Arın ile tanıştığı o geceyi ve uykusuz geçen bir gecenin ardından sabah Melis
gitmeden hemen önce boynuna sarılırken söylediklerini hatırladı; “Hikâyelerindeki
bu kadın kim?”
Boynuna tutku dolu bir
öpücük kondurduktan sonra konuşmaya devam etmişti fısıltının gizemli örtüsüne
sarılarak; “Her birini başka bir kadın için yazdığını söylüyorsun ama onların
hepsi aynı kadın. Bunu ancak bir başka kadın söyleyebilir. ”dedi.
O gün Melis’in ona hediye
ettiği bu sorunun ayaklarına dolanan prangalarını hissederek soluk alıp vermeye
başlamıştı. Ne yapması gerektiğini biliyordu. Ne yapması gerektiğini bilen her
insan gibi bir süre duraklamış, hayatı ertelemiş, yapılması gereken işleri doğmamış
günün şafağına öteleyip durmuştu. Ama bir sabah uyandığında artık kafasında bu
soruyla daha fazla yaşayamayacağını anlamış ve yola koyulmuştu. Her yol beton
ve asfalt kaplı değildir ve insan her yolda kafasının estiği gibi yürüyüp
gidemez. Bazen doğru zamanı beklemek gerekir. Sur borusunun üflenmesini, bir
nefesin alınıp verilmesi beklenilir. İnsanın geçmişin zikzaklı yollarında bata
çıka geriye doğru yürümesi, arkasında bıraktığı yıldız tozlarını toplamalıdır.
Özgün geçmişine doğru uzun
bir yolculuğa çıkmış, hikâyelerin kahramanı üç kadınla yüzleşmeye karar
vermişti. Her birine soracağı cevapsız soruları vardı. Hikâyelerindeki kadın hangisiydi?
Aslı mı Nil mi yoksa Ekin mi? Yoksa aslında var olmayan bir kadın hakkında mı hikâyeler
yazıyordu. Zaman geçip hikâye karakterlerine daha tarafsız bir gözle
bakabileceği, duygularından arındırılmış bir pencereye ihtiyacı vardı. Geçen
aylar ve günler, bu pencerenin çerçevelerini oluşturmuş, Melis ise sorusuyla
çerçevenin son çivisini çakmıştı.
Şimdiye kadar Nil ve
Ekin ile görüşmüş, sorularına kısmi bir cevap bulabilmişti ama çemberin son halkasını
Aslı Arın kapatacaktı. Bu yolculuğa son verebilecek tek kişi oydu. Bu yüzden
kafenin içerisine yıllardır görmediği Aslı Arın girdiğinde içini kaplayan panik
duygusunu bastırmaya ihtiyaç duymadı. Derin bir nefes aldı. Aklından son ve en
büyük soruyu geçirdi;
“Egolardan arındırılmış
bir sevgi var mıydı?”
Betimlemeler gayet yerinde ve mükemmel kalitede. Bilim insanlarının edebiyata yönelmesi ve bu alanda başarılı olması bir bilim adamı olarak en çok arzu ettiğimiz şeylerden biridir. Oğuz Atay'dan sonraki "Edebi Bilimadamı" neden siz olmayasınız ?
YanıtlaSilBaştan sona insanin kendisine bile söylemekten kacindigi gündelik hayat duygu durumlarini barindiran, enfes birşey olacaga benziyor. Bu arada Natacha Atlas-Gafsa ile Kim ki Duk kokusu alinan bir baslangica olumsuz bakmak imkansiz!
YanıtlaSil