26 Ekim 2015 Pazartesi

Flu, İkimiz Arasındaki En Kısa Mesafe



İlk romanım olan Flu'nun beşinci bölümünden bir parça:

Evde kanepenin üzerine kurulmuş, kahve içip kitap okuyordum. Bir Cumartesi günüydü. Güneşin flörtöz bir şekilde iki ileri bir geri adım attığı ayın içindeydik. Kulaklıklarım kulağımda, yeni keşfettiğim İtalyan grup Novembre’nin cloudbusting şarkısını dinliyordum. Tekrar tuşunu sabitlemiş, şarkının sonsuz döngüsüne kendimi kaptırmıştım. Sırtımın altında bir şey derinden titredi. Her zaman ki gibi telefonun üzerine uzanmıştım. Hafif yana dönerek telefonu elime aldım, gelen mesajı okudum:
“Kapıyı açacak mısın? Yoksa yüz milyon kez daha zile basmam mı gerekiyor?”
Kulaklığı çıkardığımda zilin sesi kulağımı tırmaladı. Tam ayağa kalkıp kapıyı açıyordum ki telefonuma bir mesaj daha geldi:
            “Eve birini attıysan saklamana gerek yok, söz kızmayacağım.”
Kapıyı açtım, “Saçma sapan konuşma Melis.” dedim
Melis kollarının arasında rulo halinde bir halı tutuyordu. “Ne oldu? Ek iş olarak halı yıkama mı yapıyorsun?” diye sordum.
“Çok konuşma da al şu halıyı. Kollarım koptu.” dedi. Hafiften terlemiş, yüzü de kızarmıştı. Rulo halindeki halıyı alıp duvarın kenarına yasladım. Melis içeriye girip kendini biraz önce oturduğum koltuğun üzerine bıraktı. “En üst kata kadar tek başına mı taşıdın koskoca halıyı?” diye sordum, cevap vermedi.
 “Ne okuyorsun böyle?”  Kitabı elimden aldı, kapağını çevirdi ve  “Trevanian-Shibumi. Güzel roman. Bıkmadan, usanmadan üç kere okuduğum tek kitaptır. ”dedi.
“Sende kitabı okuyan diğer kadınlar gibi başkarakter Nicholai Hel’e âşık mıydın?”
“Aşk sayılmaz. Ama öyle birini gerçek hayatta tanıyor olmanın nasıl bir duygu olduğunu merak etmiştim.”. Melis cümlesini tamamladıktan sonra bir süre duraksadı. Ayakkabılığın duvarına yasladığım halıyı aldı ve salonun ortasında boş duran zeminin üzerine serdi. Krem rengi halının üzeri kiraz çiçeği desenleriyle bezenmişti. Melis, “Kiraz çiçekleri yılda sadece Martın son ve Nisan’ın ilk haftasında açar. Kiraz çiçeklerini özel kılan nedir bilir misin? Kiraz ağacının çiçekleri ağır ağır açar ama çok çabuk dökülür. Bu yüzden kiraz ağaçları Japon kültüründe kusursuz güzelliği ve aynı zamanda ansız gelen ölümü simgeler. Biliyor musun kiraz çiçekleri saniyede beş santimetre hızında yere düşerler? Eğer konuşabilselerdi düşerken son sözleri ne olurdu sence?” diye sordu.
“Konuşmasalar da olur. Bence sadece rüzgârda savrularak yere düşmelerinin taşıdığı anlam daha fazla. Ama ille bir şey demeleri gerekseydi muhtemelen hayat gelip geçicidir tadında bir şey derlerdi.” Kiraz çiçeğinin ve onun neyi temsil ettiğini çok iyi biliyordum. İnsan sevdiği insanları hep onlarla en mutlu olduğu anda ki haliyle hatırlar. Üç yıl öncesini, Nisan ayında kiraz ağaçlarının çiçek açtığı günü hatırlıyorum. Aslı’nın yüzü gözümün önüne geliyor. Kiraz çiçeklerinin düşüşünü izlerken gayrı ihtiyari bir şekilde bana bakmış ve “Her şey kusursuz.” demişti. Aynı ağacı izleyen iki yabancıyken söylenen o üç kelimeli cümle ile tek bir bütün olmuştuk. Bu hayat ortaklığını sadece birbirinden haberi olmadan gecenin karanlığında aynı aya bakıp iç çeken insanlar anlayabilirdi.
“Sana içecek bir şeyler getireyim.” diyerek mutfağa gittim. Dolaptan çıkardığım kavanozdaki kahve çekirdeklerini yeni aldığım öğütücünün içine attım ve art arda altı tur çevirdim. Kahveler alttaki hazneye kum taneleri gibi usul usul aktı. Mutfağı taze kahve kokusu sardı. Bu koku, etkisi geçici de olsa, hatıraları alıp uzaklara götürebilme yeteneğine sahipti.  Kahveleri hazırlayıp oturma odasına geldiğimde Melis müzik çalarımın kulaklıklarını takmış, başını koltuğa yaslamış, pencereden dışarıya doğru bakıyordu. “Ne dinliyorsun?” diye sordum. Melis’in müzik zevki konusunda hiçbir fikrim yoktu.
“Dinlemeye senin listenden devam ediyorum. Bu son çalan grup iyiymiş, Novembre, sevdim çok. Şimdi Green Carnation diye bir grup dinliyorum, bunlar da fena değilmiş. Zevk sahibiymişsin müzik konusunda. Şaşırttın bak beni.”
“Zatıâlinizi şaşırtabildiysek ne mutlu bize.” diyerek Melis’in kahve içmesini seyrettim. O kadar güzeldi ki evimdeki karanlığı elleriyle süpürüp götürmüştü. Kiraz çiçeği desenli halıya baktım. Gerçekten de odadaki eksik olan parça tamamlanmıştı. “Bu halıyı da bir cinnet anında balkondan aşağıya atmayacaksın değil mi? Atman bir şey değil de sonra yöneticiyle ben papaz oluyorum.”
“Atmam, atmam. Hayır, ben aldım diye demiyorum ama çok yakıştı bence. Hikâyelerini temize çektiğime ve halıyı da aldığıma göre artık kendimi affettirmişimdir umarım.”
“Affettirmek diye bir şey yok, utandırma beni.” diyerek lafı geveledim. Melis bana karşı neden bu kadar iyiydi, hiçbir fikrim yoktu. Kadınlara, daha ziyade insanlara, olan güvenim onarılamaz derecede sarsılmıştı. Bir kiraz ağacının yaprağı gibiydi birine güvenmek. En canlı olduğu anda dalından kopup yere düşüyordu. Ağacın gölgesinde dinlenen ölü yapraklar, önce kuruyor, zamanla çürüyüp gidiyordu. Güven konusunda kısır bir döngüye girmiştik. İlkbahar, yaz, sonbahar, kış ve tekrar ilkbaharı yaşıyorduk.
“O olaydan sonra hiç Ekin’den haber aldın mı?”
Melis’in çocukça bir merakı ve bitmek bilmeyen soruları vardı. Melis’e göre insanları tanımak onların geçmişine dokunabilecek kadar yakınında olmaktı. Hatıraların sesini her titrediğinde içindeki boşlukta duymalıydı.
            “Hiç haber almadım. Zaten Ekin ile ilgili bir şey duymaya hazır mıydım onu da bilmiyorum.” dedim.
            “Şimdi hazır mısın peki?” diye sordu Melis.
            “Bilmem, hiç düşünmedim. Ekin’e dair her şey silindikten sonra kâğıtta iz bırakan bir yazı gibi, sadece ışık vurduğunda kendini belli ediyor. Şimdi tekrar renkli bir kalemle üzerinden geçmek istersem ortaya eksik parçalar çıkar. Hayır, şimdi sen neden bunları sormaya başladın? Sosyete arkadaşlarınla gitmen gereken bir Cumartesi brunchın falan yok mu senin?”
“Kabalaşma hemen. Kimmiş benim sosyete arkadaşlarım, sanki tanıştın hepsiyle.”
“Tanışmadım ama o kadar çok insan tanıdıktan sonra bir bakışta kimin ne tarz takıldığını anlayabiliyorum.”
“Bence iyi bir gözlemcisin o kadar. Ayrıca sosyete derken kimi kastediyordun?”
“Bien’e geldiğin arkadaşın yok mu, hani saçlarını hep atkuyruğu yapan ve derin sırt dekolteli elbise giyen.”
“Senem’i diyorsun sen. Eh, birazcık haklı olabilirsin ama o kadar da sosyete değil ya. Öyle olsa Bien’e değil, daha klas mekânlara takılırdık.”
Melis oturduğu koltuğun içinde adeta kaybolmuştu. İki avucunun içerisine aldığı kupadan ufak yudumlar alarak beni izliyordu. Huzur dedikleri geceleri ufukta ışıkları yanan ve kimsenin gitmediği bir şehir değildi. Gündüz vaktiydi ve ben Melis’e bakarken o uzaktaki şehrin sokaklarında özgürce dolaşıyordum. Melis kahvesini bitirene kadar konuşmadı. Melis bazen sadece konuşuyor, bazense susuyordu. Gelgitleri arasındaki birbirinden kopuk zaman aralıkları vardı. Melis’in ne zaman susacağını bilmediğim için her konuştuğunda onu can kulağıyla dinliyordum.
“Gidiyorum ben, arkadaşlarla buluşacağım.” dedi ve kahve kupasını alıp mutfağa gitti, kupayı tezgâhın üzerine bıraktı ve dudaklarını dudaklarıma değdirdi; “Tekrar görüşene kadar hayatta kal.” diyerek veda etti. Melis evin kapısını kapatıp çıktıktan sonra ev her zamankinden daha sessiz ve daha boğucu bir hale geldi. Oysa Melis buradayken neredeyse yarım saat boyunca konuşmamış, birbirimize bakıp susmuştuk. Sessizlik, yolda yürürken anne babasının elinden tutarak kendi kendine sallanan yaramaz bir çocuğa benziyordu. İki kişiyken elde tutması kolay, tek kişiyken zordu. Melis ne ara sessizliği onunla paylaşabileceğim kadar yakınıma girmişti. Bunlar cevapsız sorulardı. O yüzden kendimi koltuğun üzerine atıp uyuklamaya çalıştım. Tavana bakarken ve gözlerimi kapatmadan hemen önce kelebeğe soramadığım soruları hatırlamaya çalışıyordum, fakat bir soru vardı; o kelebek gerçek hayatta karşıma çıksa onu nasıl tanıyacaktım?”
***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder