22 Ekim 2015 Perşembe

Flu-Bölüm 2- Mezarsız Ölüler



 İlk romanım olan Flu'nun ikinci bölümünden bir parça:



Taksiden indiğimizde Melis’in kafasında büyüyüp büyüyüp patlayan bir milyon baloncuk vardı. Her biri gözlerinde ışıldayan aynanın üzerinde rahatlıkla görülebiliyordu.  Apartmanın kapısını açmaya çalışırken bir yandan omuzlarıma bütün ağırlığıyla abanan Melis’e destek olmaya çalışıyordum. Allah’tan hala yürüyebiliyordu.
“Dördüncü katta evim.” dedim.
“Bu apartman üç katlı değil mi?”
“Nereden çıkardın onu şimdi? Burada yaşayan sen misin ben miyim?”
“Dışarıdan bakınca üç kat saydım ben.”
“Demek ki yanlış saymışsın, hadi gidelim.” diye bu sohbeti sonlandırmaya çalıştım. Bir elimle demir ve ağır apartman kapısını tutmaya çalışıyorken, diğer elimle ise Melis’i içeriye doğru çekmeye çalışıyordum. Taksiden inip apartmana yürüyünceye kadar ıslanmıştık. Kısa kumral saçlarının arasında gezinen su damlaları yüzünün kıvrımlarını takip ediyorlardı. İnsanın canını acıtan bir güzelliği vardı; dolaysız ve öylesine.
Kapının kilidi iki tur döndü, üçüncü turda tok bir ses çıkarak aralandı. Ara holün ışığını açık bırakmıştım. Melis usulca içeriye girdi. Montunu sırtından aldım ve portmantoya astım. Çantası hala elindeydi. Giriş kapısının karşısındaki salona doğru yürüdük. Köşe lambasını açtıktan sonra radyo frekansını ayarladım, Florence the Machine grubunun “Spectrum” şarkısı çalmaya başladı.
“Hangi radyo bu?” diye sordu salonun diğer ucundan kitaplığıma göz gezdirirken.
“Radyo ODTÜ. Gerçi radyo yönetimi yeniden yapılanma gerekçesiyle Modern Sabahlar programını yayından kaldırdığında beri pek dinlemiyordum ama takılı kalmış işte. Sormayı unuttum, ne içersin?”
 “Bilmem, sen seç.” dedi.  
Mutfağa gidip tezgâhın üstündeki siyah-beyaz kaplı dolaptan iki kupa bardağı çıkardım. Ocağın en ufak kısmının altını yakıp, içi su dolu çaydanlığı yerleştirdim. İçeriden Melis’in sesi geliyordu. Mırıldanarak şarkıya eşlik ediyor, bir yandan da odanın içinde yürüyordu. Gecenin bir saati olduğu için Melis’in ayak sesleri duvarın diğer ucundan yankılanıyordu.
“Bu kitapların hepsini okudun mu?” diye sordu.
“Çoğunu. Ama içlerinde hala okuyamadıklarım, sıkılıp yarım bıraktıklarımda var.”
“İçlerinden en sevdiğin hangisi?”
“Kapaklarına bak, hangisinin kapağı en çokeskimişse onu seviyorumdur.”
“Hiçbir soruya direk cevap vermez misin sen?” diye bağırdı içeriden ince ve serzeniş dolu bir sesle.
“Sence?”
Kupaların içerisine biraz kahve, biraz da esmer şeker attım. Sıcak su fokurdayama başlamıştı. Dolaptan Jack&Daniels şişesini çıkardım, her kupanın içerisine tepesinden iki parmak boşluk kalacak şekilde sıcak su koydum, bir shot bardağı ölçüsüyle viski ekledim ve karıştırdım.
“Sevmediğin halı bu muydu? Üçlü kanepenin hemen önündeki kahverengi renkli olan?” diye sordu Melis.
“Evet, ne oldu ki?”
“Sadece merak ettim. ”dedi. Ardından evin içerisine kati bir sessizlik hâkim oldu. İçecekleri karıştırmayı bitirdikten sonra elimde kupalarla mutfaktan çıkmak üzereydim ki dışarıdan büyük bir cismin yere çarpma sesi geldi. Hemen salona doğru koştum. Balkon penceresi açıktı ve esen rüzgâr tül perdeyi sağa sola savuşturuyordu. Melis odada yoktu. İntihar mı etmişti acaba. Korkumdan bir adım daha atıp balkondan aşağıya doğru bakamıyordum. “Melis?” diye seslendim, cevap alamadım. Kendini balkondan aşağı mı atmıştı acaba diye düşünürken elimdeki kahvenin normalde kahverengi halının durması gereken boş zemine döküldüğünü fark ettim. Biraz sonra Melis yaramaz bir çocuk gibi başını balkon kapısından çıkardı ve bütün sevimliliği ile gülümsedi.
“Artık hayatında sevmediğin şeylere katlanmak zorunda değilsin. Bu bir başlangıç, bence bir teşekkürü hak ediyorum.”
“Halımı balkondan aşağı attığın için mi teşekkür edeceğim sana?”
“Ne yani çok mu üzüldün? Çok umurundaymış gibi konuşma lütfen.”
“Üzülmedim de şaşırdım. Tanımadığın insanların evine gelip halıları balkondan aşağı mı atarsın?”
“Beni tanıdığını söyleyen sendin ama Özgün. Hem de çok uzun zamandır, bir başka isim ile.”
Susmanın en bilgece olduğu vakitlerden biriydi.
“Hadi kızma, söz sana önümüzdeki ay çok güzel bir halı alacağım. Bu sefer çok sevdiğin bir halın olacak. Hatta alacağım halıyı o kadar çok seveceksin ki her baktığında içinde o halının üzerinde çıplak ayak dolaşmak isteyeceksin.”
“Bir sonraki sefer de gereksiz bulup beni balkondan aşağı atma da, halı malı istemiyorum.”
Avuç içine aldığı viskili kahveden ufak bir yudum aldı. “Irısh coffe yapmayı nereden öğrendin sen?”
“Barmen bir kızla takılmıştım bir süre, o sürekli irish coffe içiyordu. Bende onu izleye izleye öğrendim.”
“Eline sağlık.”
“Afiyet olsun.”
Üçlü kanepenin üzerine oturdu, bana baktı, yanına gelmem gerektiğini kendince ima ediyordu. İtiraz etmeden oturdum. Mücadele etmekten, kendimi saklamaktan, maske takmaktan yorulmuştum. Melis hala uslanmamış bir çocuk gibi odayı gözleriyle tarıyor, ilgisini çekecek, onu ayakta tutacak bir şeyler arıyordu. Kanepenin yan tarafındaki kırmızı renkteki kutuya gözü takıldı. En bulmasını istemediğim şeyi bulmuştu. Komşu eve misafirliğe gelen her çocuk gibi saklanan çoğu nesneyi bulma yeteneğine sahipti. Kutuyu durduğu yerden sürükleyerek aldı, kucağının üzerine koydu.
“Bunlar ne?” dedi kutunun kapağını açıp içerisinden çıkan birbirlerine zımbalanmış kağıt yığınlarını çıkararak.
“Yazdığım öyküler.” dedim “Bilgisayara geçirmeden önce ilk yazdığım hallerini hep saklarım.”
“Son haliyle ilk hali arasındaki farkı görmek için mi?”
“Bilmem, belki.”
“Eminim çok değişiyordur.” dedi. Şimdi de Melis en cevval edebiyatçılardan biri olup çıkmıştı.
“Yazdığım şeyi tekrar okumam. Sadece elindeki müsvedde kâğıtlarından bilgisayara geçirirken okuyorum.”
“Bir nedeni var mı?”
“Öykülerdeki ben ile gerçek ben arasında büyük bir fark olduğunu düşünüyorum. Bir yabancının yazdığı bir karalamayı okuyor gibi hissediyorum.”
Melis, uzun elleriyle kutuyu karıştırdı, alt üst etti. “Kadınlarla ilgili mi yazıyorsun peki?”
“Ucu hayata değen şeylerle ilgili yazıyorum.” dedim. Melis gözlerini kâğıtlara dikmiş bir şekilde benim söylediklerimi başıyla onaylıyordu. Melis, üç ayaklı taburenin anıları başlıklı öyküyü gösterdi; “Bunu alıyorum.” dedi ardından çantasını açıp kâğıdı ikiye katlayarak içerisine attı. İtiraz etmemi bile beklemedi. Mizacında düşünme ve eyleme geçme arasında ufak bir es vermeye yer yoktu. Elindeki kupayı koyu kahverengi sehpanın üzerine bıraktı, ağzını sıkıca kapattı ve olduğu yerden irkilerek kalkmaya çalıştı. Tam ne oldu diyordum ki mide özsuyuna nüfus eden etil alkol molekülleri sarı bir karışım halinde ağzından aşağı, kutunun içerisine aktı. Hikayelerin üzerine kusmuştu. Hayatımdaki kadınlar ile ilgili yazdığım bütün hikayelerin ilk hali bir kusmuk tabakası ile kaplanmıştı. Geçmişe sıvamanın somut hali karşımdaydı. Üzülmüş müydüm? Canım yanmış mıydı? Hiç bir şey hissetmiyordum. Melis’in sorusuna “bilmem” diyerek yalan söylemiştim. Hikâyeleri bir daha elime almayışımın sebebi kafamdaki paranoyak duyguların tekrar günışığına çıkmasını engellemek içindi. Hayatın kendisi paranoyak bir aktiviteydi aslında. Biriyle tanışıp, onunla günler, haftalar ve aylar geçirdikten sonra geriye baktığında gördüğün manzara mukayese kabul edemeyecek kadar farklı oluyordu. Mahallede top oynarken kendini oyuna kaptırıp, üstünü başını kirletip, gündüzün geceye döndüğünü fark etmeyen sokak çocuklarıydık. Gerçekten insanları tanıyabiliyor muyduk? Belki de yazdığım yazılar hayatımdaki kadınların benim kafamdaki ile gerçek hayattaki halleri arasındaki farkı işaret eden belirteç kâğıtlarıydı. Limon suyu damlatılınca kırmızıya dönen mavi turnusol kâğıtlarına yazılmıştı sanki bütün bu öyküler. Melis belki de korkularımın üzerini örtmüştü. Bu yüzden Melis’e öykülerimin çoğunun üzerine kusup okunmaz hale getirdiği için kızgın değildim.
“Özür dilerim.” dedi. “Çok özür dilerim.”
“Önemli değil, senden daha kıymetli değiller. Gel banyoya gidelim, yüzünü yıkayalım.” dedim. Elinden tuttum ve banyoya girdik. Yüzüne soğuk su çarptı. Bir kere daha, bir kere daha… “Sen geç içeri ben geliyorum.” 
“Bir şeye ihtiyacın olursa seslenmen yeterli.”.
Banyodan yalnızca musluktan akan suyun şırıltısı geliyor, başka hiçbir ses anahtar deliğinden dışarıya kaçmıyordu. Odaya gidip Melis’in üzerine giyebileceği temiz bir şeyler aramaya başladım. Eski kız arkadaşlarımdan kalan eşofman altlarından ve bluzlerinden temiz görünenleri seçtim ve yatağın üzerine bıraktım. Biraz sonra Melis ayaklarını parkenin üzerinde sürüye sürüye odama geldi. Tavanda parıldayan Kız Kuleli avizenin ışığı gözünü almıştı, su baskını sonrası yuvasından kaçan bir köstebek gibi gözlerini kıstı.
“Şu ışığı kapatır mısın?”
“Olur, önce şunları giy.” dedim biraz önceki olaydan dolayı batan üstüne başına bakarken. Duvardaki anahtara basıp ışığı kapattım, başucumdaki metal rengindeki masa lambasını açtım. Sıcak sarı ışık yatağın üzerindeki battaniyenin rengini tamamlayacak şekilde odanın her bir tarafını sardı.
Bu sefer sözüme itiraz etmeden dediğimi yaptı. Salona geçip biraz önceki ufak çaplı felaketin izlerini yok etmeye koyuldum. Kutuyu öylece balkona çıkardım. Atıp atmamak konusunda kararsızdım. Oyumu çekimserlikten yana kullanarak kutuyu odayı kokutmaması için balkona bıraktım. Melis içeriden seslenerek; “Gelebilirsin.”dedi. Odaya girdiğimde gözlerinin altı şişmiş, rimelleri hafif akmış buna rağmen çekiciliğinden bir şey kaybetmemiş bir kadın vardı. Uykuyla-sızma arasındaki o ince çizgide gidip geliyordu. Elimden tuttu, beni yatağımın üzerine oturttu ve ardından yatağa uzanarak başını dizime yasladı.
“Birşeyler anlatsana bana.” dedi.
“Ne anlatmamı istersin?”
“Bilmem. Daha önce kimsenin bana anlatmadığı bir şeyler olsun.” dedi gözlerini hafifçe kapayarak. Ayaklarını karnının içine doğru çekti. Yavaş ve sakin bir şekilde nefes alıp vermeye başladı.
“Yüzyıllardır belki de hakkında en çok teori üretilen konulardan biri zamandır. Eski Mısır rahiplerine göre zaman enerjinin evren içindeki yolculuğunun adıdır. Enerjinin dönüşüm süreci der bazı rahipler, bu yüzden zaman sonsuz olan Tanrı’yı simgeler. Bazı Budist rahipler ise zamanı suya benzetirler. Nasıl suyun üzerine düşen yansımanı yakalayamazsan zamanı da öyle yakalayamazsın işte. Ya önündedir zaman ya da arkanda. Durgun bir suyu gözünde canlandırmanı istiyorum şimdi Melis.”
“Canlandırıyorum.” dedi kısık bir sesle.
“Hareketsiz gibi gözükse de su kendi içerisinde dalgalanıp durur.  Hep hareket halindedir ve ne yaparsan yap, suyun hareketini asla durduramazsın. Bu yüzden biraz önce mevzu bahsi geçen Budist rahibe göre su, zamanın bu evrendeki yansımasıdır.”
            “Bu yüzden mi insan sabah uyandığında yüzünü yıkar? Zamanın varlığını kendine hatırlamak için?”
“Belki de unutmak için.”.
Melis ayaklarını içeriye doğru çekti. Yatağın ucundaki battaniyeyi aldım, Melis’in üzerine usulca örttüm. Dizimi hafifçe kaldırıp yerine kaz tüyü yastığı koydum. Ayağa kalktığımda uykunun çekim alanına girmiş bir sesle; “Gitme.” dedi.
Gitmedim, oturdum yanı başına. Elini elimin üzerine koydu. “Anlatmaya devam et.” dedi.
“Bilinenin aksine gece yarısı dedikleri zaman dilimi saatlerin on ikiyi gösterdiği an değil, insanın başını yastığa koyabildiği andır. Bir kere gece yarısı oldu mu insan kendinden kaçamaz. Bir karabasan veyahut gece yarısı acı acı çalan bir telefon sesi gibi insanın üzerine bütün kederiyle birlikte çöker. Herkesin içinde affedemediği birileri vardır. Derinlere gömemediğimiz yaşanmışlıklar el sallar uzaklardan. Ben onlara mezarsız ölüler diyorum. İnsanın kalbindeki terk edilmiş evlerde uyurlar. Mezarsız ölüler gece yarısı olduğunda bir nebzede olsa huzur bulabilmek için unutuluştan yapılan tabutlarını ararlar. Hangi mezarsız ölü tabutunu bulabilmiş derseniz bilemem. Benim bildiğim tabutu olan tek ölünün adının masumiyet olduğudur”. Ben susunca Melis elimi daha sıkı tutmaya başladı. Sessizce ağlıyordu. “Neden ağlıyorsun?” diye sormak gereksizdi. Gecenin sessizliğini paylaşıyorduk. Hıçkırarak ağlamaya başladı Melis. Sıkı sıkı sarıldım Melis’e. Hıçkırıklarının yansımasını göğsümde duyunca daha şiddetli ağlamaya başladı Melis.
“Her şey geçti.” dedim, aslında hiçbir şeyin geçtiği yoktu bu hayatta. O ağladı, ben sarıldım. Kollarımı açarsam onu kaybedecekmişim gibi sıkı sıkı sarıldım.
Melis için gece yarısı olmuştu. Ve hepimiz gibi Melis’in de içinde ölen birileri vardı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder